?>

Sadece erkekler mi suçlu?

Raşit Anaral

4 yıl önce

Televizyonlarda ve sosyal medyada her gün bir kadın şiddeti haberi duyuyoruz.

Kadınlar, dövülüyor, bıçaklanıyor, vuruluyor, kimi zaman da canice metotlarla öldürülüyorlar. Bunu yapan erkekler ise doğal olarak, cani ilan ediliyor... 

Standartlaşan ve sürekli yapılmakta olan bu tür haberler, toplumu da geriyor... 

Bu tür şiddet haberleri öyle veriliyor ki kadınların hepsi masum ve erkeklerin geneli,  ataerkil geleneği sürdüren acımasız zalim kişiler... Erkekler, adeta kasap veya mafya olmuş, kadınları doğruyor; yok ediyor, buharlaştırıyor... Yani görünüşte erkekler, karşı cinse soy kırım yapıyor.

Kadına yapılan şiddeti, aklı olan hiçbir insanın kabul etmesi düşünülemez.

Hele öldürmeye kadar varan erkeğin eylemini onaylamak hiç söz konusu olamaz... 

Toplumda acımasız, müptezel ve de kadın sırtından geçinen tufeyli erkekler tabii ki var... Ama bunlar, erkek milletinin yüzkaraları ve de istisnalarıdır...

Hal böyleyken, erkekleri suçlama algı kampanyası, televizyonlarda haberlerle tek yanlı olarak devam ettiriliyor... 

Haberlerdeki olayların arka planları,  hep erkekleri sorgulamaya yönelik. Kadınlar ise hep masum kabul edildiğinden, onlar kesinlikle sorgulanmıyor... Çünkü onlar, melek kadar saf, temiz ve günahsızlar(? !)

İyi de hep suçlu ve zalim taraf erkekler mi?

Kadının hiç suçu yok mu?

Haberler vermese de araştırma yaptığımızda, şiddete uğrayan kadınların yarısından fazlasının televizyon haberlerinin verdiği gibi bir masumiyetinin olmadığına görüyoruz... 

Yeni sevgili” ve “eski sevgili” lafları da ne oluyor?

Evlilik dışı ilişkileri normal ve meşru gösterme gayretlerinin olduğu haber bölümleri hiç de kabul edilir gibi değil... 

Cinsler arası ilişkilerinin -evlilik yapmadan- yatak odalarına kadar taşınmasını nasıl kabul edebiliriz ya da hangi ahlak kurallarına göre kabulleneceğiz?.. 

Evlilik dışı sevdaların mahrem sınırlarının olmaması ve cinsel temasın fiziki aşamalarına kadar ulaşmasının kadın şiddetinde bir payı olmayacağını söylemek ne derece doğru olabilir?

Özendiğimiz Avrupa’yı 30 sene geriden takip etme alışkanlığına girdiğimizden beri işler böyle devam etmektedir... 

Bu problemlerin Avrupa hayat tarzını benimseme eğilimlerinin devam ettirilmesiyle, daha da artacağı şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor...

Meşru aile düzeninin yok olmaya başladığı, “birlikte yaşama” anlayışının gün geçtikçe artığı bir sorumsuzluk ortamında, beklenen huzurun olamayacağını idrak etmek bu kadar zor olmamalı... 

Zira bu kaçak hayatın oluşturduğu ortam, mantıktan ziyade duygulara dayanmaktadır... 

Yıkılışı da yine duygusallığa tabi olmaktadır... 

Bize göre gayri meşru olan bu birliktelikler, zaten pratikte uzun müddet devam da edemiyor... 

Ayrılma mazeretleri de sorumsuz ortamın gereği kontrolsüz bir şekilde başladığından kavgalar kaçınılmaz oluyor…

Tabii ki ister meşru, ister gayri meşru yaşayış olsun yıkılırken mantığın ötelendiği ortamın oluşmasına yol açacak ve çiftlere maddi ve manevi zarar verecektir. Hattâ hadiseler, fiziki yaralanmalara veya ölümlere kadar uzanacaktır.

Yabancı saldırganların eylemleri dışında kalan şiddet olaylarının, evli veya boşanmış çiftler arasında çıkması ise çok önemli bir araştırma konusu olmalıdır...

Hadiselere baktığımızda, evlilik müessesesinin alarm verdiği bir tabloyla karşı karşıya kalmaktayız...

Boşanmış veya boşanma aşamasına gelmiş ailelerin evliliklerinin pamuk ipliğine bağlı olması pek de sürpriz sayılmaz... 

Zaten materyalist bir sistemin -maddiyattan başka bir değer- taşımadığı,  ahlaksız bir ahlak anlayışından ne beklenir ki?

Kadın ve erkeğin bir rakip gibi karşı karşıya getirildiği bu ekonomik sistem, bencil insan tipini de kendisi üretiyor... 

Kolay para kazanma eğilimlerinin artığı bir ortamda, çarpık ilişkilerin ortaya çıkması doğaldır...

Kapitalist ekonominin ortaya çıkardığı bencil kişilik, kadınların ekonomi uğruna piyasanın çarpık kurallarına tabi olduğu ve manevi gücün ötelendiği bir ortamda eşler arası çatışmaların başlaması da kaçınılmazdır...

Materyalist sistemin oluşturduğu olumsuz ortamın, yeterince eğitim ve kültürden nasibini alamayan aileleri atomize etme süreci devam etmektedir... 

Bu tür zayıf aile üyelerinin ahlak, mantık ve saygı sınırlarını aşarak kendine, ailesine ve çevresine zarar vermesi kaçınılmazdır... 

Dış dünyanın aile üzerine yaptığı baskı ve dayatmalarla ailede kavgalar başlıyor; sonuçta ise boşanmalar artıyor, şiddet artıyor.

Ben, akşamları yaklaşık 15-20 dakika günlük haberler haricinde televizyona zaman ayırmıyorum. Arada bir ülkemizi ilgilendiren önemli tartışma programlarını da eskisi kadar seyretmiyorum. Yine de çok önemli tartışma programlarını az da olsa seyrettiğim oluyor.

Geçen hafta, kendi özel odamdan çıkıp salona girdiğimde,  televizyonda “Esra Erol”un yaptığı bir programa şahit oldum... İlgimi çekti ve oturup seyrettim...

Bu program, 3-4 hadiseyi içine alacak şekilde sunuluyordu...

Reyting gereği, konular allanıp pullanarak ajitasyonlarla uzatılarak 8-10 gün sürmekteydi; Bazıları ise aylarca sürmekteydi…

Her gün bir arada 4-5 konunun işlenmesi, benim zaman tasarrufum açısından iyi olmuştu; zira bana çok da fayda veremeyecek programlara vakit ayırmam söz konusu olamazdı...

Seyrettikten sonra ve bu makalemi yazmak zorunda kaldım.

Seyrettiğim hadiseler gerçekten toplumumuzun adeta bir özeti gibiydi…

Aşağıdaki aldığım üç olayı da aynı gün aldım... Kısacası aylarca seyredip, istediğimi veya işime geleni seçmiş değilim.

Bu ilginç konular,  21 Nisan 2021 tarihlerde geçiyordu, ama program gereği günlerce de uzayabiliyordu... Kısacası materyalist sistemde kâr her şeyden önemli olduğundan, reyting yapmak adına duygu sömürüsünün, paraya tahvil edilmesi olağan sayılıyordu.

Bu arada, televizyona malzeme yapılan şahısların da hemen hemen hiç mahrem denen bir tarafı kalmıyordu...

Dizilerden daha cazip ve dikkat çekici olan bu programlarda, olaya karışan insanların huy ve karakterlerini hemen anlayıp, çıkarmanız da mümkün olabiliyor.

Programdaki şahısların davranışları, giyimleri, makyajları, ses tonları, kullandığı kelimeler, argolar ve de ortaya dökülen hikâyesi, onları hemen tanımamızı sağlıyordu... 

Bu şahısların hikâyelerindeki davranışlarıyla hemen hemen stüdyodaki hal ve hareketlerinin aynı paralelde olması pek de şaşırtıcı değildi... 

Bu hüzün dolu hikâyelerde sorumluluk duyguları, vefa, sabır, fedakârlık gibi unsurlar yerlerini rekabet ve kavgalara bırakıyordu...

TELEVİZYON DİZİLERİNİ SOLLAYAN PROGRAMLAR

Bölüm 1:

Programda, tesettürlü bir bayan 3 çocuğunu bırakarak evini terk ediyor. Kocası: Karım estetik yaptı, güzelleşince evden kaçtı” diyor.

Gerçekten kadın, sadece estetik yaptırmamış, başörtüsünü de kaldırıp atmış ve “hemen hemen her kadının yaptığı” gibi saçını da sarıya boyatarak, bir özentisini daha tatmin etmişti...

Bu, aşağılık kompleksi ve taklitçilik zaafı yüzünden toplumda siyah saçlı bayan eksikliğinin yaşanması ve de neredeyse doğal görünümlü kadınların sır gibi kaybolmaları, kaygı verici bir gelişmedir.

Gelelim asıl konumuza... 

Programdaki kadın, kocasının bu suçlamasına karşı, psikolojik şiddet gördüğünü söylüyordu... 

Anlaşıldığı kadarıyla fiziki bir koca dayağı da söz konusu olmamış; “psikolojik şiddet” dediği ise içine ne doldurulduğu belli olmayan soyut bir kavram; kısacası eften püften uydurma mazeretlerden ibaret... 

Kadının makyajından konuşmasına kadar doğal olmayan hali dikkat çekiciydi... 

Oldubitti kafama takılan soru: Kadınlar yüzlerini niçin boyarlar? Yani hangi saikle bunu yapmaya yönelirler? 

Programdaki kadın, ipe sapa gelmez mazeretlerine devam ederek, garip hareketlerde bulunuyor... 

Kadının saldırgan hareketleri el ve kollarıyla yaptığı jestler bir yana, yüz mimikleriyle bile kocasına karşı küçümser tavırlar sergilemesi gözden kaçmıyordu... 

Kadın, hayal ve özentilerini ortaya koyacak şekilde konuşmasını sürdürüyordu... 

Bir ara, İstanbul’a gidip, çalışarak kendi ayakları üstünde duracağını da beyan ediyordu... 

Kimseye saygı ve nezaket göstermeyen kadın, adeta hayal içinde bulutlarda dolaşıyordu... 

Muhayyilesini hep ulaşamayacağı umutlara yönelten kadının, saygıdan yoksun dominant söz ve davranışları, seyircileri bile rahatsız edecek boyutlara ulaşıyordu.

Bölüm 2:

Kadının biri, 15 sene sonra kocasını terk ediyor, ancak geride 3 yaşında bir çocuğu da var. 

DNA testinde çocuk, kocasından olmadığı ortaya çıkıyor... Buna rağmen, kadın hâlâ ipe sapa gelmez mantık dışı savunmalar yapıyor. 

Bölüm 3:

Üç-dört yaşındaki çocuğuyla ilgilenmeyen ve ona işkence yapan genç bir anne, çocuğuyla birlikte başka birine kaçarak, 6 yıllık evliliğini bir anda bitiriyor... 

Arkadaşlık yaptığı kadın komşusu, bu kadını anlatıyor: “Kadın, telefonla sürekli erkeklerle görüntülü konuşma yapıyordu; üstelik 4 yaşındaki çocuğunun önünde!..

Komşu kadın, bu müptezel kadını ikaz ettiğinde ise “ben kocamı sevmiyorum ki… Böyle koca mı olur? Beni yönetsin, beni dövsün!.. O ise bir kenarda oturuyor; bir koyundan farkı yok” diyor.

Kadının kocası ise programa çıkmış, karısını arıyor. 

Karısının çocuğuyla ilgilenmediğini, sorumluluk duymadığını üzüntüyle anlatıyor... 

Kocasının yanında bile kulaklık takarak, başka erkeklerle konuşan kadına, kocası sorduğunda ise “Cansu” ile konuştuğunu söylüyor... 

Göz göre göre kocasına sürekli yalan söyleyen kadının yaptıkları, davranışları, insanı çileden çıkaracak boyutlara ulaşıyor...

Yukarıda açıkça ortaya çıkan, sosyal hayatın pratikteki hazin manzaralarını yok saymak yerine, bu sıkıntıların çözümlerini aramak gerekir diye düşünüyorum... 

Bu programlardaki hadiselerin odağındaki kadınların yaptığı davranışlar, sadece hakaret içermiyor, erkeği aşırı tahrik ederek, kendine hücum etmesini de sağlıyor... 

Yani erkekten önce, tetiği kadın çekiyor... 

Bu sebepleri yok sayarak sonuçlarla erkekleri yargılamak, çözümler için ne derece doğru olabilir!..

Medyadaki yayınların aile bütünlüğünü korumaya yönelik olması arzu edilir... 

Televizyonlarda ise kadınların, münakaşaya ve de ciddi kavgalara yol açacak şekilde haberlerinin yapılması, kadınlara daha da cesaret veriyor…

Zira kadınların hormon farklılığındaki duygusallık, pohpohlamaya da çok müsait... 

Gaza getirilen kadınlar, sanki dünyaya sınır tanımadan gezmek ve eğlenmek için geldiklerinin algısıyla, sorumluluklarını ve görevlerini ihmal etmeye yöneliyorlar.

Bu tabloda da göründüğü gibi, tek taraflı ve sürekli yapılan televizyon yayınları, insanları provoke ettiği gibi, çözümleri de öteliyor... 

Zira kadın cinayetleri azalmamıştır ve de çoğalmıştır. 

Bir zamanlar asma köprüden atlayarak intihar edenleri hatırlayalım…

Yayınlar sıklaştıkça, köprüde intiharlar da artmıştı... 

Demek ki medyada yayınları yoğunlaştırmak toplumumuza bir fayda sağlamıyor... 

Kadın konuları, medyada sık sık veriliyor, hem tek taraflı hem feminist bir tarzda.

Erkekler zalim ve cani” demekle işlerin çözülmediğini ve de şiddetin daha fazla tırmandığını -rakamlara bakarak- artık anlamak lazım!

KADIN CİNAYETLERİ, ERKEKLERDEN FAZLA MI?

Dünyanın geneline baktığımızda durum çok farklı görünüyor…

BM araştırmasının sonuçlarına göre taammüden cinayete kurban giden erkeklerin dünya genelindeki oranı yüzde 79.

“BM verilerine göre öldürülen her 10 kişiden 8’i erkek. Dünya genelinde, cinayet sonucu hayatını kaybeden kadınların oranı ise yüzde 21.

BM verilerine göre, kasten işlenen cinayetlerde erkek ölümleri kadın ölümlerinden 4 kat daha fazla.”

AİLE İÇİ VAZİFELER NASIL OLMALI

Son zamanlarda hükümet tarafından kadın için yapılan çalışmaların çoğu kadınların evden çok, sokağa (ekonomiye) yönelmesine yol açıyor... 

Ne yazık ki kadın statüsündeki sosyal değişiklikler, ailelerin dağılması ve de kadına yönelik şiddeti artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Tabii ki aile birliği, sadece ekonomik değerlerle ölçülemez. 

Sonuçta, aile bir şirket ortaklığı değildir. 

Ekonomiyi belirleyici ve kurtarıcı bir unsur kabul etmek, aile üyeleri arasındaki ilişkileri düzenlemekte tek başına yeterli olamıyor… 

Ekonomik hayat, ailede birçok değişiklikleri de beraberinde getirmiştir…

Çekirdek aile, siyasi olduğu kadar kapitalist ekonominin de kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır… 

Çekirdek aile üyeleri arasında yaşlılara, eşlere ve çocuklarla karşı sorumluluktan kaçılması, aile bütünlüğü ve mutluluğu için olumsuzluğa da sebep olabiliyor.

Kadının ve erkeğin görevleri ve de sosyal hayattaki statülerinde fizik ve hormon farklılığını yok sayamayız...

Kadının erken emekliliği bile haklardaki farkı ortaya koymaktadır. 

Annelik gibi bir görev yerine, kadını kapitalist sistemin emellerine uygun hale getirmek yanlış bir uygulamadır... 

Kadın ve erkeğin statüsü doğal olan bir yolla zaten bellidir.

Çocukların, anne dışında üçüncü şahıslara terk edildiği, kadının dışarıda çalıştığı, evdeki işlerin de yine kadının yüklendiği, yaşlıların dışlandığı çekirdek aile modeli, arıza yapmadan nereye kadar dayanabilecek (?!)

Eşler arasındaki ilişkinin materyalist anlayışla ele alınması, aileleri, sevgi, saygı, fedakârlık, sabır ve vefa duygularından uzaklaştırmaktadır. 

Aile birliğinin şirket ortaklığına dönüştürmesiyle, eşler arasındaki bağların her an kopmaya hazır olması pek de tesadüf sayılmaz...

Ekonomi uğruna dışarıda çalışan kadınlar da eskisi kadar kocalarına sabır gösteremiyor…

Çocukların en çok anneye ihtiyaç duydukları bir zamanda, kadının dışarıda çalışmasıyla, çocukların veya yaşlıların üçüncü şahıslara devredilmesi, ailelerin sorumluluk duygularının değiştiğini göstermektedir. 

Aynı zamanda kadının çocukları ve eşine karşı görevlerini yeterince yerine getirememesi, ailede kavgaların oluşmasına da vesile olabiliyor.

Çekirdek ailede, aile üyeleri arasında ufak bir tartışmada bile, evlilik hayatını riske sokabilecek, maksadını aşan abartılı çıkışlar yapılması kaçınılmaz olmaktadır… 

Çekirdek ailede, bu olumsuz durumları dengeleyecek yaşlıların da olmaması, aileyi daha çok sıkıntıya sokmaktadır. 

Kadınların, erkekle bütünleşmek yerine, erkeği bir rakip olarak görmesi, çok da akıllı bir tutum değil. 

Kadın cinayetleri ve boşanmaların artmasının altında yatan sebepler incelendiğinde eşlerdeki manevi değerlerin azalması ve -eşitlik adına-  sorumsuzluğun artmasını görmekteyiz. 

Avrupa’daki ailelerin düştüğü çıkmazı, şimdilerde bizler Türkiye’de yaşamaktayız.

KADINLAR ÖNCE İYİ BİR ANNE OLMALIDIR

Bir kadının evde yaptığı önemli işleri yok saymak ne kadar doğru olabilir?

Ailede iş bölümü yapılırken, kadın ve erkeğin biyolojik ve psikolojik yapısı ihmal edildiğinde, çıkacak problemlerin sürpriz olmayacağını anlamak zorundayız.

Türk hekim, psikiyatrist ve nöropsikolog Nevzat Tarhan’ın kadın hakkında görüşü:

“İyi çocuk yetiştirmek ve annelik yapmak iyi bir fabrika kurmaktan daha kıymetlidir.”

Anneliğin değerini düşüren topluluklar kendilerine zarar veriyor. 

Anneliği bu yüzden en önemli meslek olarak görmek gerekiyor. Hatta devletimizin onlara zorunlu sigorta yapması gerekiyor. 

Bu onların özgüvenini artıran bir uygulama olacaktır. Böyle yapılırsa evde kadının çocuğuyla ilgilenmesi külfet olarak algılanmayacaktır. 

(Prof. Dr. Nevzat Tarhan)

Kadın ve erkek farklılığının bize tanıdığı doğal alanları iyi tespit etmeliyiz.

Ailede iş bölümü yapılırken, sadece görünen bedensel yapımız değil, hormonlarımız ve psikolojik yapımızın da görev ve sorumluluklarımıza etkisi olduğunu unutmamalıyız. 

Bu yapıyı hiçe sayan zorlamalar, aile huzurunu da tehlikeye sokabilir.

Aslında, mutluluk ve huzur sadece paraya dayalı bir unsur da değildir.

Birçok zengin insanın bile mutlu olamaması veya huzursuzluk çekmesi ne anlama gelmektedir? 

Birçok sosyolojik önemli araştırmalara imza atan Amerikalı yazar Dale Carnegieİnsanlar elde ettikleriyle mutlu olacaklarına, elde edemedikleriyle mutsuz oluyorlar” demiştir…

ÇARPITILMIŞ KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ, KADINI ERKEĞE RAKİP YAPTI

Kadın ve erkek biyolojik ve psikolojik açıdan eşit değildir. 

Bu nedenle, kadının ve erkeğin toplumdaki yeri de bu genel özelliklere göre olmalıdır… 

İnsanlar, yaradılışlarının dışına çıktıkları miktarda problemlerle karşılaşmaktadır… 

Yaradılış sürecini doğru devam ettirmek, her iki cins için de doğal olan hayatı rehber edinmekle mümkün olabilir. 

KADIN ŞİDDETİNİ AZALTMAK NASIL OLMALI!..

Kadın şiddeti, slogan atmayla çözülemez, sosyokültürel ve sosyoekonomik çalışmaların devreye girmesi kaçınılmazdır... 

Kadına şiddet konusunda, Sadece yüzeysel eğitimler ve kanunlar yeterli olamaz... 

Ahlak ve sorumluluk eğitimi, iki cinse de hem torik hem uygulamalı olarak verilmelidir. 

Kadınlar, cinsel obje olmaktan çıkarılarak kendi kişilikleriyle, toplumda yer almaya hak kazanabilmelidir...

Kadın çığırtkanlığı yapan toplum mühendislerinin kadınları sokağa çekme ve kocalarına karşı tavır almaya yönlendiren feminist söylemlerine medyada son verilmelidir...

KADIN ŞİDDETİ, AİLEYİ KORUMADAN ÖNLENEMEZ

Ahlak ve sorumluluk eğitimleri yanında mutlaka aile birliğinin korunması şarttır.

Kadının doğasına ters düşen ve materyalist bir ekonomiye yönlendiren teşviklere son verilmeli...

Mevcut hükümetin, ev hanımlarının evde yemek yapma, çocuk bakma, sağlık, temizlik, çamaşır, ütü gibi birçok profesyonel işler yaptığını ve de dünyada en büyük ekonomiyi üretenlerin ev hanımları olduğunu hatırlaması lazım. 

İktidarlar, asıl teşviki annelere vermeli…

İstanbul Sözleşmesi” gibi kanunlar yerine, aile birliğinin güçlenmesi için, ailelere maddi ve manevi destek verilmesi sağlanmalıdır... 

Önce aile hayatı teşvik edilmelidir ve de akabinde aileler, maddi ve manevi korunmalıdır... 

Aksi takdirde kadınlara şiddeti önlemek hayal olacaktır. Zira sebepler kaldırılmadan sonuçları değiştirmek, imkânsız bir çaba olacaktır.

.

Raşit Anaral, dikGAZETE.com

YAZARIN DİĞER YAZILARI