Sürdürülen hayatın merkezinde olamamak, bizi ona mümkün olduğunca yaklaşmaya davet eden karşı konmaz cazibesine girmeye ikna etmeye çok çeşitli nedenler olduğu oranda, akıntıya katılmamaya sebep teşkil eden argümanların çokluğu da aslında tıkanmışlığa ve biraz da bezginlik duygularımızın vermiş olduğu yorgunlukla alacağımız kararların çoğu kez sıhhatli olmayan sonuçlar doğurduğunu gösterir.
19. Yüzyıl sonrasının, çoğu düşünürlerce ‘Modern Çağ’ olarak adlandırılması, bilindiği gibi; aydınlanma harekâtının başlangıcı, rasyonelleşmenin yaygın kabulü sonrasına rastlar.
Arındırma (katharsis) süreci olmakla birlikte, Modern Çağ’ı aklın öncülüğünü öne çıkararak, Kiliseye karşı başkaldırı; diğer bir söylemle sekülerleşme prosesi olarak da tanımlamak mümkün.
Yaygın kanaate göre, “Antik Çağ’a karşı gelişen eylem olmaktan çok, Orta Çağ düşüncelerinin reddi” denilmesi bu sebepten dolayı akla daha çok uygundur.
Garip bir paradoksun, modernizme eşlik etmesi manidardır.
Antikçağ mitolojilerinden arındırılan Modern Çağ, Antik Felsefe’nin izlerini sürüp, rasyonelleşme yolunu seçerek büyülerden kurtardığı dünyaya, yeni üstün vasıflı kavramlar getirerek, sürecin kesintiye uğramasına aslında izin vermiyor. Kutsallık, kimlik değiştirerek varlığını devam ettirme şansını kazanan öğe.
İlerleme uğruna verilen mücadelenin, kapitalizm fikriyatı ile yakın ilişkisi; temel ihtiyaçların meşruiyet kazandırdığı “redüksiyoncu moral anlayışı yükselten faktör” niteliğine yükselerek, hayatı idame ettirebilmek için, her şeyi mübah kılan piyasa şartlarının değişen parametreleriyle uyum göstermesine “Gizli El’in marifeti” yorumunu getirip, büyücünün gücüne vasıf değiştirtiyor.
Kendini denetleme ve düzenleme mekanizması, işlevsellik kazanarak yaşamın her alanında üstüne düşen rolü başarıyla oynama kabiliyeti kazanıyor. Bilimde ‘intersübjektif’ inanılırlık, vatandaşların (common sense) akılcı sağduyusu vasıtalarıyla kendine yer bulabilen büyülü el, her kesimi etkileyerek yeni bir gerçekçilik doğuruyor.
Düşüncelerin aporik yapı alarak içinden çıkılmaz hale geldiğini fark eden Husserl, yeni bir kavramı (epoché) dolaşıma sokarak, bildiğimiz ‘doğrular’ın önyargısız sorgulanması gerekliliğine işaret ederek, mantığı biraz daha zorlayan evrenin başlangıcını yapmış oldu. Modern Çağ’ın nihayet bitmesini sabırsızlıkla bekleyen cenah, ‘post-modern’ çağa girmenin hazzıyla ‘büyük anlatıyı’ (narratif), kümülatif bilgiler eşliğinde elekten geçirme alternatifi üzerinde kafa yorma, tartışma ortamına geçişi sağlayan fırsatı elde ederek, ‘eskiden’ kopamayan yeniden düşünme sürecine girdiler.
Batı, inanmış olduğu değerleri yeniden değerlendirirken; geriye kalan, kıyıdaki aydınlar kendilerinin dışında gelişen ölçütlerin sorgulanması karşısında üretebileceklerinden ziyade hayal kırıklıklarını yaşamaya mahkum kalıyor.
Küreselleşme ile birlikte değerlerin de paylaşılır olması, merkezi ideolojiler etrafında kümelenişler getirmeye gebedir. Ne var ki, bu durumlarda eleştirel yaklaşım fazla netice veren faktör olamıyor. Yeni değerler sistemi yaratamadan, gerçek bir alternatif oluşturmak olanaksız görünüyor.
Henüz daha ‘ampirik gerçeklik’ ya da ‘rasyonalizm’e karşı durabilecek güçte iddialı, argümantatif temel teori bulunamadı.
“Her şeyin ölçütü insandır” söylemini “Her şeyin ölçütü benim” şeklinde kendine tercüme eden Batılı entelektüeller, bir bakıma kendi geleneklerinde bulmayı umdukları gerçeği iddialaştırırken, diğer taraftan yükselen özgüvenleri sayesinde merkezde yer bulamayan aydınları da etkileyerek dünyayı en az iki yüzyıl meşgul edebildiler.
Periferide yaşayan entelektüeller, moderni ıskalarken biraz da fikrin merkezinde olamamanın getirmiş olduğu dezavantajla, Batı’ya olan derin inanç bahtsızlığıyla ne etkin bir rol oynayabilmiş ne de rasyonalizmi sorgulayabilmiştir.
Batı dünyası açmış olduğu yolda katılımlar alsa da yalnız yürümüş ve öyle anlaşılıyor ki yolun çatallaştığı yere varmış bulunuyor.
Kültürlerin, -siz buna bilim de diyebilirsiniz- birbirlerinden etkileşimi doğal olmakla birlikte; birisinin hegemonyasını kurması ile birlikte reziprok olmaktan çıkar, birinin dominant olması ile noktalanır. Bu sebepten kültür üreticisi belirleyen konumda, merkezde yerini alır, katılımcılar çoğaldıkça söz konusu kültür güçlenir. Bir başka ifade ile periferide yaşayanlar değirmene su taşırlar.
Bundan sonra ne mi olur! Bir yüz yıl da postmodernizm… Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com için yazdı