?>

ÖYKÜ: Derin Dalga -Bölüm 4- Hiçbir İz Yok!

Halil Emrah Macit

5 yıl önce

Rüzgârlı Han’daki üç yıldızlı otelin 15’inci katındaki terasta oturan Derman’ın telefonu acı acı çaldığında akşam olmuştu.

Arayan özel taksinin şoförü Hacı beydi; “Özkan bey yolladı paşam. Yenimahalle’ye gideceğiz. Beyefendiler sizi görmeyi dilermiş. Aşağıda bekliyorum…” dedi ve telefonu kapattı.

Derman; “Allah, Allah. Bayram değil, seyran değil. Acep bu ne iştir…” diye bir iç geçirdi. 

Telefonunu, cüzdanını yanına alıp, yüzüğünü taktıktan sonra aşağıya inip “06 T 1930” plakalı taksiye bindi. 

“Hele anlat Hacı, mesele nedir?” diye sordu. 

Hacı da; “Vallahi paşam bize söylenenler bu kadar, ötesini bilmeye müsaademiz yok…” dedi. Araç yola çıktığında saat akşam 8’di, alacakaranlık çöktü, çökecekti. 

Yenimahalle’ye vardıklarında Derman araç camından geyik heykellerini ilk defa gördü ve çok hoşuna gitti. 

O esnada müzikçalardan; “Ah yolunda vurulaydım. Gök bayrağa sarılaydım. Dağlarında, dağlarında. Lale sümbül bağlarında. Türk’ün dünyasında. Kurtlar sofrasında. Mermiler uçuşur. Manas yaylasında…” sözleri ile devam eden bir türkü çalıyordu.

5 metre kalınlığındaki çelik beton bloklardan örülü siteye girdiklerinde araç hiç durdurulmadan içeri alındı ve tüm kapılar kapatılarak iç sokak lambaları söndürüldü.

4 veya 5 kişilik bir ekip, Derman’ın başına siyah çuval geçirerek ince uçlu küçük bir iğneyle uyutup başka bir araca aldılar. 

Araç sitede 10 dakika dolaştıktan sonra bir yeraltı garajına, oto parka girdi. 

Uykudaki derman, incitilmeden hassas bir şekilde sedye ile içeri alındı üst katlarda koridorlar geçildikten sonra, kafasındaki siyah çuval çıkarılıp kara film kaplı aynalı kutu gibi bir odadaki kanepeye uzatıldı. 

Tüm teşkilat komitesi kara aynaların arkasında hazır bekliyordu. 34 senedir bu anı beklemişlerdi.

Derman uyandığında gözleri Hacı beyi aradı fakat çok şaşırdı.

Bu siyah kutu gibi odaya nasıl geldiği hakkında hiçbir fikri yoktu.

Uyku iğnesi geçici hafıza kaybı yapmıştı.

“Allah’ım neredeyim, neler oluyor?” diyerek başını öne eğip gözlerini ovuşturdu Derman. 

Simsiyah kutu gibi kara aynalı bir odada yaklaşık 1 saat bekledi Derman. 

Derken tam da o esnada içeriye ses verildi; 

“Sayın Derman Kılıç. Seni seçen, seni besleyen, seni koruyan, seni her an her saniye gözetleyen ve seni yoktan var eden yüce teşkilatın huzurunda ve yüce komitenin şahitliğinde diz çök, biat et ve söyle bize kimsin sen?”

Silkelenip kendine gelen Derman, boynunu kütlettikten sonra dizini kırıp reverans yaptı ve o gür sesiyle cam aynaya doğru şu cümleyi okudu; 

“Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız. Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız. Kanla, irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti. Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız…”

Cümlesini bitirdiği esnada içeriyi duman kapladı, biraz öksürdü ama gözlerini açtığında yanında 9 tane orgeneral rütbesinde hiç tanımadığı yaşlıları, yani komiteyi gördü. 

Teker teker ellerini uzatıp; “Hoş geldin kardeş. Baban Ethem bey bizim de babamızdı. Seni dört gözle bekliyorduk, gözlerimiz yollarda kalmıştı…” dedi içlerinden en yaşlı olanı. 

Derman’ın konuşmasına fırsat kalmadan içeri, baygın ve sakallı iri yarı, çam yarması bir adam alındı. 

Masaya yatırıldı ve Derman’ın eline komando kaması verilerek şöyle denildi; 

“Dem bu demdir, meydan bu meydandır. Bugün sancak sendedir, göster Türk'ü çağlarda. Gün intikam günüdür, kardeşlerin dağlarda…” 

Masaya yatırılan kişiye iyice yaklaşıp baktığında kısa süreli bir şok geçirdi ve elleri titremeye başladı. Masadaki baygın kişi uçakta karşılaştığı ve onu gözaltına aldıran özel harp dairesi elemanı o arıza askerdi. 

“Haydi evlat, kokmayasın ha sakın…” dedi içlerinden biri ve devam etti; 

“Sana arıza çıkaran, bize arz olunur. Sana dert olan, bize derman olur…” Derman o sesle irkildi ve kendine geldi. 

Keskin kamayı iyice kavradıktan sonra çok kararlı bir şekilde bir cerrah gibi önce göğüs kafesini açtı, çok zarif bir şekilde. 

İç organlarını görünce, beyne giden aort damarını kavrayıp kestiğinde, kan oradakilerin yüzüne sıçradı. Masadaki çırpınarak ruhunu teslim etti!

“Devam et kardeşim, biz hallederiz. Allah taksiratını hasenata tebdil etsin…” dedi içlerinden biri. 

Derman, sonra sırasıyla kalbi ve akciğeri ayıran zarı sıyırıp kaldırdı ve kalbin diğer damarlarını da söküp kalbi çıkardıktan sonra 1’inci generale verdi. Sonra akciğerini söküp 2’nci generale verdi sonra karaciğerini söküp 3’üncü generale verdi daha sonra cinsel organlarını kesip 4’üncü generale verdi. Sonra safra kesesini ve dalağı söküp 5’inci generale verdi. Sonra gözlerini oyarak çıkarıp 6’ncı generale verdi. Sonra baldırlarından topuğuna uzanan aşil tendonunu söküp 7’nci generale verdi. Daha sonra biraz soluklanıp bir bardak su içtikten sonra adamı ters çevirip omurilik soğancığını söktü ve 8’inci generale verdi. Tam kafatasını açmış beyini 9’uncu generale verecekken general; “Orada dur, ben senden hakkıma razıyım…” dedi ve Derman’ın ikinci beyefendiler inisiyasyonu tam da oracıkta tamamlanmış oldu.

1 metre kalınlığındaki çelik beton bloklardan örülü sitedeki yeni odasına çıkan Derman, sıcak bir duş aldıktan sonra konsoldaki uyku haplarını alıp yaklaşık 72 saat aralıksız rahat rahat kedi gibi uyudu. 

Merasim tamamlanmış, ceset; bahçedeki bir meşe ağacının dibine sırlanarak gömülmüş, arkasında hiçbir iz bırakılmamıştı.

“Istırâbdır yiğidim azığımız, hicrandır. Mirasımız mahkûmdur, mahzundur, perişandır. Gene de ye’se düşme yiğidim; imtihandır. 

Filizlenen her ölüm, mazlumlara nişandır. Ne gönüllerde sevinç, ruhlarda beyaz kaldı. Ufka bir bak, ilerle; inkılâba az kaldı.

Ülkemden hatırıma hep sefiller geliyor. Bin yüzlü Ebrehe’ler, kara filler geliyor. Şimdi devran değişti; ebâbiller geliyor. 

İbrahim bahçesinden taze güller geliyor. Âlemde, duyulacak kutlu bir âvaz kaldı. Ufka bir bak yiğidim; inkılâba az kaldı.

Çöküyor sırtımızda yükselen vahşi duvar. Heykeller kırılıyor; dökülüyor mumyalar. Toprağın sinesinde umut var, heyecan var.

Okşadığın her kökten fışkırıyor bir bahar. Buzlar çözüldü; kıştan kuru bir ayaz kaldı. Ufka bir bak yiğidim; inkılâba az kaldı.

Gözlerin âyet âyet büyüyen bir bebektir. Ellerin sokaklarda uçuşan kelebektir. Sana rehberlik eden ne cindir ne melektir. 

O bir İnsan-ı Kâmil, mücella bir dilektir. O’ndan bize ebedi sürecek bir haz kaldı. Ufka bir bak yiğidim; inkılaba az kaldı. 

Bulanık akan sular durulacak yeniden. Gökyüzüne direkler vurulacak yeniden. Saadet menziline varılacak yeniden. 

Çağlar üstü bir nizam kurulacak yeniden. Cehaletin elinde lanetli bir saz kaldı. Ufka bir bak yiğidim; inkılâba az kaldı. 

Bu kan kokan coğrafya, bu çığlıklar senindir. Bu gözü yaşlı tarih, hıçkırıklar senindir. Yeryüzünde çiğnenen bütün haklar senindir. 

Prangalı hükümler, aydınlıklar senindir. Yıllardır, uygarlıktan sana hep enkaz kaldı. Ufka bir bak yiğidim, inkılâba az kaldı. 

Tasalanma yiğidim; zaman bizden yanadır. Külümüzden yükselen duman bizden yanadır. Son durak, son ilahi ferman bizden yanadır. 

Dünya düşman olsa da iman bizden yanadır. Kapıları açacak coşkun bin niyaz kaldı. Ufka bir bak yiğidim, inkılâba az kaldı. 

Mahzenlerde beklemek ziyan artık, yiğidim. Fecri-i Sadık vaktidir; uyan artık yiğidim. Ateşlere girsen de dayan artık yiğidim. 

Hakikate dönüyor rüyan artık, yiğidim. Zalimler için karar verildi; infaz kaldı. Ufka bir bak yiğidim, inkılâba az kaldı…”

Derman, uykuda yine terlemiş, yine hayalle düş arası bazı görüntüler görmüştü. Bu defa rüyasına yine giren o yiğitler bu defa başka bir görev telakkisi için gelmişti;

“Kutlu olsun! Bundan gayrı geride bir bekleyenin yok! Bizim için yazacaksın sahip…”

Derman uyandığında hemen kilitli pencerenin perdesini açtı ama kilitli pencere cam filimle kapatıldığı için dışarıyı göremedi.

Acıkmıştı, susamıştı, saatlerce öyle bekledi. 

Uyandıktan yaklaşık 10 saat sonra kapı açıldı ve büyük bir tepside haşlanarak kızartılmış etleri gördü ve ne yiyeceğini hemen anladı fakat hiç itiraz etmeden yemeğini yavaş yavaş yiyip beklemeye başladı. 

Derken bir müzik sesi duydu. 

Çalan Bach’ın “Toccata Fugue in D Minor” adlı bestesiydi. 

İnce çello ve kalın org sesiyle kendinden geçti Derman. 

Daha önce hayatında hiç bu kadar saf ve özgün bir beste ve müzik duymamıştı. 

Çalan müzik ile tüm sinirleri uyanmış, tüyleri diken diken diken olmuştu. 

Yatağının yanındaki deri koltuğa oturup düşünmeye başladı; “Allah’ım cennetteyim sonunda. Şükürler olsun sana ey yüce rabbim…” diye içinden tespih ediyor ve zikir çekiyordu sessizce.

Bach’ın çello ve oratoryo besteleri art arda yankılanıyordu odada. 

Derman’ın gözleri ışıl ışıl kamaşmış, börü gibi parlıyor; omuzları genişlemiş, boynu esnemiş bürküt gibi yayılmıştı. 

Kalbi çelik gibi bilenmiş, kanı soğumuş ve durulmuş, düşünceleri zehir gibi keskinleşmiş, algıları kılıç gibi volkan lavıyla dövülmüştü. 

Kendini müziğin akışına kaptırmış Avrupa’yı, 100 Yıl Savaşları’nı, Amerika’nın sömürgeleştirilmesini, Portekiz ve İspanyol fatihleri, İstanbul’un fethini, Hazreti Ali’yi, Kristof Kolomb’u, Marco Polo’yu, Papa Joan’u ve Rönesans günlerini canlandırıyordu kafasında. 

Göremediği tüm peygamberler gözünün önünde beliriyor, sanki hepsi onun etrafında halka gibi dönerek zikir çekiyorlardı. 

Derman Kılıç’ın gözleri alev alev parlıyordu…

Bölüm sonu

.

Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com

-devam edecek-

YAZARIN DİĞER YAZILARI