Zaman zaman gündemimizin ilk sırasına taşınan “kadına yönelik şiddet” haberleri toplumda cinsiyet ayrımcılığının en somut göstergesidir.
Kültürel olarak ikincil konumda olan kadınlar erkek egemen hayatta evlilik içi şiddetten, iş yerinde yaşanan ‘mobbing’e kadar çok farklı alanlarda şiddete ve ayrımcılığa maruz kalmaktadır.
Kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet bu ülkenin kanayan yarası olmaya devam etmektedir.
Ayrımcılık, dünyanın geneline yayılmış ve sıklıkla tartışılan bir konudur.
“Ayrımcılık”; bir kişinin veya grubun başka bir kişiyi ya da başka bir grubu ırk, din, cinsiyet ve dil gibi niteliklere dayanarak kendinden daha aşağıda değerlendirme durumuna tekabül eden bir zihniyet yapısına verilen addır.
Toplumsal cinsiyet kaynakların dağılımı ile sosyo-kültürel duruşları, bireysel seviyede kimlikleri, etkileşimsel seviyede ise davranış biçimlerini içeren bir sistemdir.
Kadın ve erkeğin, sosyal açıdan tayin edilen sorumluluklarına ve rollerine de “toplumsal cinsiyet” İngilizce adıyla “gender” adı verilmektedir.
Toplumsal cinsiyet, bir toplumdaki kadınlar ve erkekler arasında davranış kodları ve duygusal nitelikler bakımından ayrışmadır.
“Gender” kavramı, toplumdan topluma ve sürece göre farklılık arz etmektedir.
Toplumsal cinsiyet, her kültürün kendi özeliklerine bağlı olarak, toplumsallaşma sürecinde öğretilmektedir ve kendini yeniden üretmektedir. Bireyler, bu süreçte toplumsal cinsiyete dayalı rolleri benimseyerek kültürel dokuyu içselleştirmekte ve kuşaktan kuşağa aktarmaktadırlar.
Cinsiyet ayırımcılığı, kişilere cinsiyetlerinden ötürü toplumda adaletten uzak bir biçimde davranılmasıdır.
Cinsiyet ayırımcılığı, önemli sosyal problemlerden bir tanesidir ve özellikle kadınlara uygulanan ayırımcılık şeklinde vücut bulmaktadır.
“Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı” dendiğinde, akla ilk gelen, kadınların cinsiyetlerinden ötürü uğradıkları ayrımcılıktır. Bu ayrımcılık, toplumda kadınların temel hizmetlerden mahrum kalması, kaynaklara ulaşmada erkeklere nazaran eşit olmayan durumlar yaşaması, şiddete uğraması şeklinde tezahür edebilir.
Cinsiyetçi ayırımcılık kavramı, “doğrudan cinsiyet ayrımcılığı” ve “dolaylı cinsiyet ayırımcılığı” olarak ikiye ayrılmaktadır.
Doğrudan cinsiyet ayrımcılığı, bir kadına cinsiyetini temel alarak bir erkeğe davranıldığından daha olumsuz davranılması veya daha az olumlu davranılması olarak tanımlanabilir.
Dolaylı cinsiyet ayrımcılığı ise, şekil olarak eşitlikçi görünen davranışların daha sonra kadınlar üstünde ayrımcı tesirler oluşturmasıdır.
Kadınlara karşı ayrımcılık, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi”ne (CEDAW) göre, kadınların, medeni statülerine bakmadan ve erkek ve kadın eşitliğine bağlı olarak iktisadi, kültürel, siyasal, sosyal medeni veya diğer alanlardaki insan hakları ve temel özgürlüklerinin garanti altına alınmasını ve bunlardan faydalanılmasını önleyen veya izale eden ya da bunu amaç edinen ve cinsiyete bağlı yapılan ayrımcılık anlamına gelmektedir.
Cinsiyet ayrımcılığının ortaya çıktığı alanlar istihdam, eğitim, politika ve sosyal hayat bağlamında ele alınabilir.
Cinsiyet parametresine bağlı bir biçimde kadınların istihdamda ve iş yaşantısında karşılaştıkları sorunları şöyle sıralayabiliriz:
Mesleki eğitimde eşitsizlik…
İşe girme ve terfi sisteminde eşitsizlik…
Ücretlendirme ve sosyal haklarda eşitsizlik…
Cinsel tacize maruziyet.
İş hayatında karşılaşılan en büyük cinsiyet ayrımcılığı, kadın çalışanların mesleki çalışmalarında erkeklerle eşit devam etseler bile, ücret konusunda adaletsizlik yaşamalarında görülmektedir.
Günümüzde, eğitim alanında kız öğrenciler ve erkek öğrenciler arasında yapılan doğrudan ayırımcılığın ciddi ölçüde giderildiği bilinse de hala sıkıntılar yaşanmaktadır.
Politik alanda ayırımcılık, kadınların siyasi karar alma süreçlerine dahil olmasının önlenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Son olarak sosyal hayat bakımından kadına uygulanan cinsiyet ayırımcılığını özgür davranma kısıtlılığı, kıyafet, konuşma veya davranışlarda kısıtlamamalar olarak gözlemlemek mümkündür.
Cinsiyet ayrımcılığının toplumda hakim olan kültür ve içselleştirilmiş değerler ile doğrudan ilgisinin olduğu bilinmektedir.
Her kültürel çevre, kız çocuklarına ve erkek çocuklarına değişik roller biçmektedir.
Doğumlarından itibaren kültürel inanışların çocuklara aktarılması, toplumsal cinsiyetin öğretilmesi olarak görülebilir. Eğer hakim kültür erkek egemen normları önceliyorsa cinsiyet ayrımcılığı o toplumda kaçınılmazdır.
Geleneksel aile yapısı içerisinde kız çocuklarının içinde bulundukları ataerkil toplum yapısına uygun olarak yetiştirilmekte olduğu bilinen bir gerçektir. Bu da ayrımcılığı güçlendirmektedir.
Peki böylesi bir toplumda “öteki” olarak kimliklendirilmiş kadını (yeniden) kendi öz benliğinde nasıl görebiliriz?
Bu mümkün müdür?
Bu sorular politika yapıcıların, eğitimcilerin, ve STK’ların ana gündem maddesi olmalıdır.
.
Dr. Begüm Burak, dikGAZETE.com