OSMANLI’DA ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK
Günümüzde dünyanın yaşadığı en önemli sorunların başında “çevre” problemi gelmektedir. Üzüntüyle belirtmek isterim ki: dünyamız, hızlı teknolojik ve endüstriyel gelişimden kaynaklanan büyük çevre felaketleriyle karşılaşmakta ve ekolojik sistem süratle bozulmaktadır.
Maalesef aynı şekilde Türkiye de hayatı çekilmez hale getiren benzer sorunlar yaşamakta ve ülkemiz bunun acı sonuçlarına maruz kalmaktadır. Bu sebeple bugün neredeyse tüm dünya ülkeleri, imkanları dahilinde bu sorunların çözümü için büyük gayretler göstermektedir. Fakat istenilen başarıya hâlâ ulaşılmış değildir.
Bilim insanları, bunun sebebini büyük ölçüde insan-tabîat ve insan-toplum arasında kurulan yanlış ilişkilere bağlamaktadır. Çevre sorunlarının hızlı nüfus artışı, endüstriyel atıklar ve dengesiz büyüme gibi faktörler yanında, doğru olmayan bir zihniyetten ileri geldiği artık bilinmektedir.
İnsanı tabîattan üstün gören bu yanlış düşünce tarzı, çevre sorunlarını tetiklemektedir. İslâm dini; insan-tabîat ilişkisinde, insana tabîatın gözcüsü olma rolünü vermektedir ki, çevre problemlerini aşmada bu yaklaşım çok önemlidir.
Ülkemizdeki çevre sorunlarını daha kolay çözüme kavuşturulabilmek için tarihi arka planı iyi anlamak gerekir. Dolayısıyla bu yazıda, Osmanlı toplumunun İslâm’dan esinlenerek dünyaya sunduğu çevre görüşünü aktarmak istiyorum.
Geniş bir coğrafyaya hakim olan Osmanlı toplumu, bilindiği üzere, çok milletli ve çok dinli, yani multi etnik bir yapıdan oluşmaktadır. Osmanlı-çevre münasebetine göre; Tabiat ile her insan, daima dinamik bir etkileşim içerisindedir.
İslâmî değerler sistemine göre Müslüman, yalnız Allah’a değil, aynı zamanda içerisinde yaşadığı toplum ve fizîkî çevreye karşı da sorumludur.
Bunlar kendisine emanet olarak verilmiş ihsanların bir bütünüdür. Onlarla ahirete hazırlanmak durumunda olan Müslümanın başlıca görevlerinden biri de insanlara “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak”tır. O, aynı zamanda kardeşlerini sevip dertleriyle ilgilenmek, başkalarına asla zarar vermemek ve dünyada bozgunculuk çıkarmamak zorundadır. Kısacası Müslüman, dünyayı ifsat edecek her türlü düşünce ve davranıştan kaçınmak mecburiyetindedir.
İşte Osmanlı - İslâm Medeniyeti, bu gibi prensipler sayesinde doğru bir çevre bilincine sahip, huzurlu bir toplum oluşturmak istemiştir.
Bulunduğumuz toplumu her bakımdan yetişmiş ahlâklı insanlarla imar edilebileceğimiz açıkça ortadadır.
Ahlaklı bir toplumda sosyal hayat daha sağlıklı işleyecek, böylelikle modern insanı korkutan ekolojik dengenin bozulması daha kolay önlenecektir.
Nitekim dünyanın fâni olduğuna inanan Osmanlı toplumu, insan ve çevre ilişkilerini kuvvetlendiren sosyal amaçlı vakıflar da kurmuştur. Diğer taraftan hayvanları da himaye edebilmek için yasal tedbirler almıştır.
Bu hassasiyete sahip A. De Lamartine’in şu tespitine yer vermek istiyorum:
Ona göre Türkler, hayvanlara karşı Avrupalılardan daha şefkatliydi. Nitekim 17. Yüzyıl’da İstanbul’da kediler ve köpekler için bir hastane, güvercinler için bir bakım evinin bulunması, Osmanlı’nın çevreye merhametli bakışını açıkça ortaya koymaktadır.
Osmanlı’da kamu düzenini ve ahlâkını bozan her türlü davranış ve tutum, manevî kirlenme olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle Osmanlı, Müslümanlara İslâm dinince haram sayılan sarhoş edici içkilerin tüketim ve ticaretini, Müslüman kadınların yabancı yani nâmahrem erkeklerle bir yerde yalnız bulunmalarını yasaklamıştır. Mesela II. Bayezid, 1507’de bu yönde bir ferman çıkarmış, düğün ve cemiyetlerde içki içilmesini menetmiştir. Düğün vb. toplantılarda dînî yasakları çiğneyenler sıkı bir şekilde takip edilmişlerdir. Fermanda aynı zamanda sancakbeyleri ve kadılardan bu konuda gerekli hassasiyeti göstermeleri istenmiştir. 1576’da, İstanbul’da sarhoş bazı gayrimüslimlerin, Müslüman kadınlara ‘tecavüz’üne mani olmak için Müslüman mahallelerinde “meyhane” işletmek yasaklanmış, aksine hareket edenler mahkemede yargılanmışlardır.
Görüldüğü gibi Osmanlı; kamu düzenini ve ahlâkını bozan davranışlara hoşgörülü bakmamış ve yasal önlemler almaktan geri durmamıştır.
Bugünkü boyutlarda olmasa da Osmanlı’da bazı çevre sorunlarının yaşandığını tarih kaynaklarından öğreniyoruz. Örneğin içme sularının kirlenmesi bunların başında gelmektedir. Kurban ve ev atıkları, yetersiz veya bozuk kanallardan sulara karışarak sağlığı tehdit edebiliyordu. Mesela 1761 tarihinde bazı şehirlerde, imaret ve hanlara ait şadırvan ve çeşmelerin suyolları harap olduğundan suların renk ve kokusunun değiştiğini ve bu sebeple Müslümanların gönül rahatlığıyla abdest alıp, banyo yapamaz hale geldiklerini öğreniyoruz. Halkın geçeceği yerlere leş atmak da yasaktı. Aksi halde leşler boyunlarına asılarak halka teşhir edilirlerdi.
Aynı dönemde ekolojik dengeyi bozan olaylarla da karşılaşıyoruz. Nitekim 1782 tarihli bir belgede İstanbul’da meydana gelen çekirge salgınını ortadan kaldırmak için dışarıdan sığırcık kuşlarının getirildiği, tarih kaynaklarından bilinmektedir.
Osmanlı toplumu, yukarıda anlatılan çevre sorunlarına ilişkin; teknik, yasal, idarî ve hukukî çözümler üretmiştir. Teknik çözüme örnek olarak şadırvan ve çeşmelere suyu temiz bir şekilde ulaştırmak için hususi kanallar açılması verilebilir.
Yine cadde ve sokaklarda çevreye mikrop saçan tükürük ve balgam gibi maddeler, sadece bu iş için kurulan bir vakıf aracılığı ile kül ve kireçle dezenfekte edilmiştir.
Osmanlı yargısı, komşuyu rahatsız edecek şekilde evlerin bacalarını yükseltenlerle, başkasının avlusuna bakacak şekilde pencere yapanları cezalandırmıştır.
Hayvanlardan yararlanırken onlara eziyet edilmemesi için de bazı yasal tedbirler öngörülmüştür. Nitekim 1587 tarihli bir fermanda hayvanlara aşırı yük taşıtmak, birbirine bağlı ve nalsız yürütmek ve bakımsız bırakmak yasaklanmış, aksine davrananlarla gerekli cezalar verilmiştir.
Yine bilindiği üzere Osmanlılar; şehirlerini imar ederken evlerini iş alanından uzak, genellikle içerisinde meyveli ve meyvesiz ağaçlar, özellikle çınar ağaçları ile havuzları olan bir avluda en fazla iki katlı olarak inşa ediyorlardı. Kedi ve köpeklerin girmemesi için mezarlıkları da duvarlarla çeviriyorlardı.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Osmanlılar, şehirlerini tabîatla uyumlu şekilde imar etmişler ve meydana gelebilecek çevresel zarar ve kirliliği yasal, hukûkî ve teknik yollarla önlemeye çalışmışlardır.
Osmanlı’da ayrıca büyüklü küçüklü değişik mimari yapılarda da tabiatın inadına değil inşa edildiği tabiatla uyum içinde olmasına ve çevresi ile bir bütünlük arz etmesine özen gösterilmiştir.
Geçmişe bakıp ders almak, iyi olanları alıp uygulamak, iyi olmayanlar varsa onları da güncelleyip iyileştirerek gündeme almak gerekmektedir; yoksa bu gidişle, hem üzerinde yaşadığımız dünya hem ülkemiz için bu teknolojik ve endüstriyel çıkar çarkları içinde insan ve tabiat için durum hiç iyi görünmüyor.
.
Hülya Ayhan, dikGAZETE.com