Orta yaş, hele de işlerin sarpa sardığı yerlerde, dönemlerde yaşanıyorsa, her şeyi fazlasıyla gözünüze sokuyor. Farkettikleriniz; sadece ateş yakar, su ıslatır cinsinden değil, dahası var.
İşin iyi tarafı, erken yaşlarda hayata dair ham hayaller içindeyken etrafınızda olanlara zaten bu gözle bakamıyorsunuz, toyluk koruyucu zırhınız oluyor. Yoksa hayat acemisi iken haliniz harap olur.
Sanıyorsunuz ki; kötülükler sizin dünyanızın bir parçası değil, olamaz, muhterisler, yalancılar, zalimler kısacası ‘kötüler’, sizin tanıdıklarınız, birlikte yola çıktıklarınız değil, neredeyse soyut varlıklar.
Onlar, üniforma giymiş çatık kaşlı askerler, şişman para babaları, riyakar politikacılar, vs. Sizin etrafınızdakiler asla öyle değil, olmayacaklar.
Varın siz öyle sanın!
Doğrusu, tüm bunlar tabii ki, sadece şimdilerde orta yaşı bulan bizim neslin, işlerin iyice sarpa sardığı dönemlere özgü değil.
Herkes kendi yaşadığı dönemi en talihsiz bulur, oysa hayatın seyri herkes için her dönemde fazlasıyla çetrefillidir.
Yine de hepimiz hayatı, tesadüf ettiğimiz dönemin karşımıza çıkardıkları ile tanırız.
Bizden bir önceki nesil, İkinci Dünya Savaşı yıllarını yaşamıştı, “mutlu bir dönem” hiç değildi, dahası modern tarihin en feci dönemi idi. Ama bir önceki savaştan bitap düşmüş bir ülkenin, İkinci büyük savaşın dışında kalmak için ellerinden geleni yapması sonucu, bu ülkede yaşayanlar tuhaf bir korunma çemberinde, etraflarında onca şey olurken, bunlardan en az etkilenerek hayatlarına devam edebildiler.
Sonrası, zaten adı üstünde “Soğuk Savaş”tı.
Türkiye’nin içinde bulunduğu derin dondurucunun buzları da bu “Soğuk Savaş”ın bitmesi ile erimeye başladı.
Daha doğrusu biz, Türkiye’nin Batı’sında yaşayanlar için bu böyleydi. Benim gençlik yıllarımın, benim için, gerçeği buydu.
Yok, hayat tümüyle güllük gülistanlık değildi, hatta hiç değildi.
Yine de hayata ‘sol’dan bakanlar için düşman belliydi; kapitalizm, onun hastalıklı ürünü faşizm, kapitalistler, faşistler, darbeler, askerler, polisler…
Bunlar bir yana, meğer her şeyden önce, insan insanın kurduymuş!
Hem insanın içi kurt doluymuş!
“Solcu bir burjuva genci” için ilk şok ve onun ilk sarsıntısı, 12 Eylül darbesi, askeri faşizm derken, ortalığın sakinleştiği andan itibaren solcuların kurtlarını dökmeye başlamasıyla oldu.
Meğer bazı abiler - ablalar yanıldıklarını keşfedince biz hep birlikte hükmen mağlup olmuşuz.
Hem, meğer “düşman kapitalizm”in ne çok heveslisi varmış.
Meğer, meğer solcu olmak herkes için, “daha adil, eşit ve özgür bir dünya için yola koyulmak” değilmiş.
Pabuç pahalı olunca, bedelini ödemekte tereddüt etmeyenler de ortadan kaldırılınca, meydan pahalı pabuç giyme heveslilerine kalmış.
İşler değişince, kafalar karışmış, ruhlar bulanmış, karışmakla kalmamış kafalar, başka bir dünya kurmaya değil, kurulu dünyanın hesaplarına çalışmaya başlamış, ruhlar ölmüş, ortalığı ölü canlar kaplamış. Ama yeterince yaşlanmamışız ya, insandan kuşku duymak hala akla gelmiyor.
İyi ki de gelmiyor, yoksa o yaşta insanı rezil bir kılığa sokardı.
Sonra, bir sürü şey oldu ve bunlar olurken yaşlar ilerledi, anladık ki; sadece “ateş yakar, su insanı boğar” değilmiş.
Daha kötüsü varmış; birlikte dertlendiğiniz insanların bambaşka dertleri olabilirmiş. Hem bu dertler çok pespaye olabilirmiş.
Yeni bir dünya kurmaya kalkanların hayali herkes için değil, kendileri için olabiliyormuş.
Bazıları için mesele zengin gönüllülük değil, zenginlikte gönlü olmakmış.
Solcuların itiraz ateşi küllendiği dönemde, yeni devrin İslamcıları, mazlumların sesi olmaya talip oldular.
Sağcılıktan soğumuşlardı, “uysal dindarlık”tan uzaklaşıp, itirazın sesini yükseltmeye giriştiler.
Gerçi onların hayalindeki “bir başka dünya”, kâh dinin isyancı sesine bürünüp neredeyse tüm insanlık adına bir başkaldırıya yaklaşıyor, kâh marazi bir tepkiselliğe savruluyordu. Ama itiraz ediyorlardı, ama sorguluyorlardı, ama mevcut hale baş kaldırıyorlardı, ve “isyandı insana en çok yakışan”!
Meğer, bir kez daha, başka bir kılıkta anladık ki, çoğunun isyanı, mevcut düzende kabul görmemekmiş.
İktidarın gücüyle, düzene hakim olduklarında anladık ki; meğer gönüllerde çok aslanlar yatarmış, hatta gönüller hayvanat bahçesi kıvamındaymış.
Kafalarda tilkiler, ruhlarda akbabalar, derinlerde sırtlanlar cirit atarmış.
Hırs en büyük meziyet, intikam ve öfke ‘dava’ olabilirmiş. İkbali reddedebilenler yok hükmünde, ikbal yolları en iyi haysiyetsiz dostlar ile yürünüyormuş ve bundan kimse utanmayabiliyormuş.
Varsın ateş yaksın, su insanı boğsun, meğer dahası, daha beteri varmış.
İnsanı orta yaşta ne çok şey bekliyormuş.
Çocukluğunuzda “kötü adamlar”ın hikayenin sonunda iyilere yenilmesi avuntusu, gençliğinizde “kötü adamlar”ın, sizin dünyanızın dışındaki hayali varlıklar olduğu, asla etrafınızdakiler, tanıdıklarınız olmayacağı avuntusu ile yer değiştiriyormuş.
Dedik ya, gençliğinizde ruhunuz toyken, sanıyorsunuz ki muhterisler, açgözlüler, zalimler, kısaca kötüler sadece ‘üniformalı’, onlar çatık kaşlı, onlar ‘çirkin’ ve sizin dünyanızda olmayan gaddar varlıklar, onların hayatında size, sizin hayatınızda onlara yer yok.
Keşke o kadar uzakta olsalar, meğer öyle değilmiş.
Sandığınız gibi olmadığını anladığınızda ise, iyi ki insanlığa dair umutlarınız artık kolayca sarsılacak eğreti iplere bağlı değil ya da öyle olmamalı.
Eviniz sandığınız binaları yakan kundakçılara boş verin, asıl mesele; tüm bu yangınlardan doğru bildiklerinizi hasar almadan kurtarabilmek.
Ancak bu serüvenleri arkalarında bırakanlar, insanlığa dair sağlam bir umut besleyebilirler.
Ancak böylesi bir serüveni yarasız - beresiz atlatanlar ne kendilerine, ne insanlığa küsmeden, dahası bir kurtuluş sevinci ile doğru, iyi, güzel bildikleri yollarına devam edebilirler.
Orta yaşların güzel tarafı bunu keşfetmek!
Karşıdakilerin kötü değil, zavallı olduğunu fark etmek, o zavallılıktan kendini sıyırmanın coşkusu ile hayatı sevebilmek.
Gençlik hayallerinin yıkılmasının böyle bir ödülü olduğunu fark etmek, bu ödülü hak etmek.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com