Kanserden ölen genç kızımızın vefat öncesi ve vefat sonrası haberleri aşırı bir şekilde verildi…
Kızımıza Allah’tan rahmet diliyoruz…
Burada garip olan, bu kızın bir hastalık sebebiyle ölmesi değil.
Dünyada binlerce insan, çeşitli sebeplerden genç yaşta ölüyor. Buna rağmen, bu insanların ölümleri bu kadar gündeme taşınmıyor.
Doğrusu günlerce bu haberi gündeme taşıyan iletişim araçlarının ne yapmak istediğini de anlamak mümkün değil.
-Kanser hastalığı sonrası genç yaşta hayata veda eden Neslican Tay…-
Biz buradaki bu olaydan ziyade, “kanseri yendi” lafı üzerinde duracağız.
Bu iddialı bir hüküm cümlesidir.
Çünkü sık sık bu sözü televizyonlarda ve de sosyal medyada duymaktayız.
Bir insan hasta olur, tedavi için gerekenleri yapar, buna rağmen yaşar veya ölür...
Yaşama ve ölüm olayı sebep değil, bir sonuçtur.
Yaşamamıza ve ölümümüze biz karar veremeyiz…
Bir insan, kanser hastalığı için tedbir alabilir, mücadele de eder veya direnir. . .
Kısacası kanser illetinden kurtulabilmek için çaba harcar.
Buraya kadar bir problem yok! “Kanseri yendim” lafı, kendi gücümüzün sınırsız olduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda kibir ve böbürlenmeyi de içermektedir.
İlleti veren de şifayı veren de Allah; hayatı veren de alan da yine Allah. . .
O halde “yendim” ne demek!
Neyi yeniyorsun? . .
Ölümü durduracak kadar gücümüz mü var!..
Eğer hastalıktan kurtulmuşsak, övünmek yerine, neden Allah’ın bize bahşettiği iyiliğe şükretmiyoruz! . .
“Ben gerekli çabayı gösterdim, Allah da şifayı verdi, çok şükür iyileştim” demek neden bize zor geliyor?..
“Kanseri yendim” diyerek, aslan payını kendimize çıkarmak, şükrü ve inancı ortadan kaldıran materyalist anlayışın bir tezahürü olmasından öte, mantık açısından da rasyonel bir davranış değil.
Bir insanın yaşamak için mücadele vermesi doğal karşılanabilir.
Ne var ki kanser illetinin bedenimizden uzaklaşmasıyla kendimizi, yaratanın üstünde bir gücümüz varmış gibi “kanseri yendim” diyemeyiz!..
Bizler, ancak kanser hastalığının sebepleriyle uğraşabiliriz; fakat sonucu biz tayin edemeyiz, Allah tayin eder...
Hayatımıza da ölümümüze de Allah, karar veriyor; sonucu Allah tayin ediyor; bizler, istesek de sonucu değiştiremiyoruz.
Sonucu değiştiremediğimize göre “kanseri yendim” demenin de ne kadar anlamsız olduğu ortaya çıkıyor...
Eğer kanser hastalığı, tedavi sonucunda kalkmışsa -sebepleri ne olursa olsun- bu derdi bize verenin de alanın da Allah olduğunu kabul etmeliyiz...
Materyalist dünya anlayışıyla, Allah’a başkaldırmaya yönelik isimlendirilen “Titanik” veya “Challenger” gibi teknolojik araçların başlarına neler geldiğini biliyoruz...
İnsanlar kendi güç ve iradelerinin sınırlarını aşmamalıdır. Çünkü külli irade bize ait değil, yaratana ait bir özelliktir…
Kendi sorumluluk ve yetki sınırlarımızın dışına istesek de zaten müdahale edemiyoruz...
Bizim dışımızda gerçekleşen olayların bizleri etkilemesi, bize ait müdahale gücümüzün yerini de belli ediyor.
Allah’ı yok sayarak veya kafa tutarak hayatı yaşamak, aklın kabul edeceği bir yaklaşım biçimi değil.
İnsanlar, milyonlarca sene ölüme çare bulamamış ve de bulamayacaklardır...
O halde insanlar hayata hazır oldukları kadar, ölüm gerçeğine de hazır olmalılar; zira ölüm bir şekilde nasıl olsa bizi bulacaktır...
Ölümü kabullenmemek ya da aşırı bir şekilde ölüme karşı çıkmak, kimseye fayda sağlamıyor.
İnsanların kendi davranışlarını ve söylemlerini Yaratan’ın murat ettiği şekilde ayarlaması gerekiyor. Aksi takdirde Yaratan’ın koyduğu kuralları ihlal etmek, kimseye huzur veya bir fayda getirmeyecektir.
Ölüm, zamanı sonlandıran bir gerçeğin adıdır. -sebebi ne olursa olsun- ölüm, ne bir saniye sonra ne bir saniye evvel gelir.
Ecel, böyle bir şey.
Allah’ın takdir ettiği zamanda gerçekleşir. (Ayetler: 7:34 - 15:5 - 23:43 - 63:11 - 71:4)
Ölümün ne şekilde veya hangi yaşta geleceği de hiç belli olmaz!..
Ölüm, zengin-fakir de ayırmaz...
Teknoloji duayeni Steve Jobs dünyanın en zenginlerindendi, ama 56 yaşında “Pankreas kanseri hastalığı sebebiyle” 2011’de vefat etti…
Mustafa Koç da Türkiye’nin en zengin adamlarındandı...
O da 55 yaşında “Kalp krizi sebebiyle” kendi özel hastanesine kavuşamadan İstanbul’da Beykoz Devlet Hastanesi’nde 2016 senesinde vefat etti...
Gördüğümüz gibi ölümün sebebi ne olursa olsun, sonuç değişmiyor...
Bir profesör ağabeyimizin oğlu bir genetik mühendisi olarak Amerika’da ihtisasını yaptı ve dönüşünde babasına “Baba!.. Kök hücre işini geliştirdik, bir on sene daha dayanırsan ölüm işini çözmüş olacağız” dedi.
Bu Prof. Ağabeyimiz, yakın akrabamız ve dostumuzdu ve o zamanlar doçent olan oğlunun bu müjdesini bana hararetle anlatmıştı…
Ben de ona “Ölüme çarenin hiçbir zaman olmayacağını” söylemiştim...
Genetik mühendisi olan genç, şimdi profesör oldu ve şimdilerde hocalık yapıyor...
Söylediği o sözden bu yana, yaklaşık yirmi sene geçti ve durum değişmedi!..
Kısacası ölüme bir çare bulunamadı (!)
Babası tam yirmi sene bekledi, ama sevimli kök hücrenin ölümü engelleme gibi bir niyeti ve gücü olmadığı anlaşıldı...
Bu, kök hücre gibi önemli bir gelişmenin faydasız olduğu anlamına da gelmemeli, kök hücre, tıp açısından önemli bir gelişmedir. İnsanlık için hayra kullanıldığı müddetçe -ölüm hariç- sağlığımız için büyük faydalar sağlayacaktır.
Teknolojinin akıl almaz bir hızla geliştiği çağımızda “Ölüme çare” milyonlarca sene olduğu gibi bir fantezi olarak kalmaya devam edecektir!..
Aslında eceli hazırlayan sebepleri de biz üretiyoruz.
Sebepleri oluşturduğumuzda, “sebep-sonuç ilişkisi” içinde bir sonuç alınması, takdir edilen ölüm gününü değiştirmemektedir. Kısacası takdir edilen ecel günü, sebepler hesaba katılarak takdir ediliyor!..
Tabii ki tıptaki gelişmeler de ömrümüzü ve yaşlılığımızı etkileyen sebeplerin başında geliyor...
Sağlık ve iklim şartlarının insan ömrünü etkilemesi, genel bir özellik olarak karşımıza çıkıyor.
Diğer bir taraftan bakıldığında ise kiminin ömrü yine kısa veya uzun olabiliyor.
Sebebi ne olursa olsun, her insanın kendi bilgisi dışında, eceline bağlı bir hayat sınırı olduğu kesin.
Bu hayatın neresinde halatın kopacağını bilemiyoruz...
Büyük kardeş dururken, küçük kardeşin birden ölmesini de anlamamız mümkün değil.
Ölümün yaklaşması, herkes için bir endişe ve de korku kaynağı olabilir.
Ölümü hiç aklına getirmemek ya da Batılıların yaptığı gibi, ölümü düşünmeden yaşamak için bir sürü eğlence enstrümanıyla kamuflaj etmek zorunda kalınması da tatmin edici bir çözüm getirmiyor.
Gelişmiş ülkelerde ölüm ve hayat, ne yazık ki iyi değerlendirilemiyor.
Materyalist sistemlerin “ölümü unutturma veya yok sayma” politikasının çözüm olmadığı da bir gerçek.
Batı’da insanın ölüm korkusu karşısında ürettiği tehlikeli sporların, insanları tam olarak tatmin ettiği de söylenemez...
Bütün bu arayışlar sonucu, çaresiz kalan Batılı insanların, psikologların kapısını aşındırmaları da ne derece göz ardı edilebilir?..
Siyasetçilerin, toplumun dengesini koruması için kiliseleri devreye sokmaları da toplumu yeterince tatmin edememiştir.
Psikologların da çaresiz kaldığı, refah içinde yaşadığını varsaydığımız Batı ülkelerinde, ruhsal bunalımların artması ve de intihar olaylarının tırmanması vahametin boyutlarını şimdiden ortaya koymaktadır.
SONUÇ OLARAK:
Çoğu insanda ölüm, bir bitiş gibi algılanıyor; bu yüzden meçhulün karanlığına karşı bir direniş veya kaçış denemeleri kaçınılmaz oluyor.
Ancak sonuçlar yine değişmiyor...
Dünyanın kuruluşundan günümüze kadar bütün uğraşmalara rağmen ölüm gerçeğini insanoğlu değiştiremiyor!..
Ölümün “Yeni bir hayata geçiş” ya da “Yeni bir hayata doğuş” olduğunu içselleştiren ve de öbür dünyanın varlığına, gerçekten inanan için bu endişe verici ölüm kavramı, çok da ürkütücü değil…
Sonuçta bir hayattan diğer bir hayata yapılan geçişin doğal olduğunu kabullenmeliyiz...
Ölüm, aynı zamanda yeniden bir doğuştur.
Ölüm olayına kuşkulu bakış, aslında ölümün kendisinde değil, onun hakkında düşündüklerimizden kaynaklanıyor…
Düşüncelerimizi değiştirdiğimizde insanlardaki ölüm korkusu problemi de en azından kabul edilir bir seviyeye çekilmiş olacaktır.
Gerçekten inanan insanlar, hayatla da ölümle de barışıktırlar…
‘İhlâs’sız insanlarda, ölüm tedirginliğin yüksek olması, yeterli bir inanç ve amelin olmayışıyla açıklanabilir.
.
Raşit Anaral, dikGAZETE.com