İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 6 ay içinde tüm Arapça tabelaların kaldırılacağını söyledi. (TGRT Haber TV) 20 Haz 2019 tarihinde yayınlanan habere göre.
İçişleri Bakan Yardımcısı İsmail Çataklı önceki gün, İstanbul’un Fatih, Bayrampaşa ve Zeytinburnu ilçelerinde Arapça tabelaların kısa sürede Türkçe’ye çevrileceği yönünde bir açıklama yaptı.
Bu açıklamanın ardından İstanbul Valiliği de bu konudaki çalışmaların 15 Haziran’da başladığını ve halen devam ettiğini belirtti. Valilik, “pilot uygulama” kapsamında üç ilçede 730 iş yerinin ziyaret edildiğini ve tabelalar konusunda iş yeri sahiplerinin ikaz edildiğini kaydetti (Milliyet).
Ne yazık ki ulusal devletin yapısında var olan bu sıkıntı, Arapça tabelalara kadar sıçradı.
Mantık dışı bu yasaklama, ne derece ülkemize fayda sağlayacak?.. Bu lisan meselesini, bütün detaylarıyla birlikte fikri ve tarihi boyutlarıyla inceleyelim.
“SAĞCI+MUHAFAZAKÂR” İKTİDARLARA RAĞMEN LİSAN KONUSU TAM BİR MUAMMA…
Türkiye’nin yakın tarihini ve de yaşadığımız dönemin analizi yapıldığında lisan konusunun başlangıcı ve getirildiği nokta daha bariz ortaya çıkıyor.
1985 ve 1990 arası “Fatih Dil Merkezi” adı altında bir lisan kursu işlettim…
İngilizce, Arapça ve Farsça dersler veriyorduk…
Milli Eğitim’e ait müfettişler sağ olsunlar -sanki kursumuzun ortağı gibi- sık sık gelip bize olmadık dayatmalar yapıyorlardı… Bu da yetmedi “Aba altından sopa” göstermeye kalktılar…
Bir gün, “Başörtülü kursiyerlerin başlarını açması” telkinini verirken, başka bir gün, “Arapça, Farsça derslerini veremeyeceğimizi…” belirtiyorlardı.
Kendilerine, “Neden İngilizce dil dersi veriyoruz da Arapça veremiyoruz?” diye soru yönelttiğimde şifahen “Yasak” olduğunu belirtiyorlardı…
Ben de yazılı olarak “Arapça dilinin yasak oluşunu” tarafıma bildirmelerini istemiştim.
Onlar ise cevaben “Yazılı olarak yasak oluşuna dair kanun yok, ama bu bir devlet politikası” olduğunu belirtmişlerdi… Aynı, başörtülü kızların başını açtırmak için kanun olmadığı gibi bu konu da şifahen bize bildiriliyordu…
Yazılı olarak istediğimiz halde -kanunsuz bu dayatma yasaklarını- bir türlü bize yazıyla veremediler… Verselerdi gazeteye verecektim ve niyetleri açığa çıkmış olacaktı… O zamanlar merhum Başbakanımız Sn. Özal’a da bir mektup yazdım. Başbakanımız Sn. Özal, bizim şikâyetimizi önemseyerek müfettişlerden rapor istedi…
Ne yazık ki gelen müfettişler de aynı bize şifahen baskı yapan müfettişlerdi… Kısacası beş senenin sonunda İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü beni mahkemeye verdi ve ben ağır cezada yargılandım…
Çünkü suçum çok ağırmış!..
Bana göre, benim suçum, yurt dışlarında çalışarak, kazandığım bütün birikimimi, dil meselesi gibi önemli bir kültür konusuna yatırmış olmamdı.
Sonunda iflas ettim…
Bir daha da devletle ilişkili bir müessese açmama kararı aldım.
Seneler sonra emekli olduğumda, bugünkü AK Parti iktidardaydı; güven duyup, destekliyorduk… Ülkemiz için gerçekten güzel işler yapılıyordu…
Aile olarak dört kişiydik ve emekli aylığım açlık sınırının altındaydı!..
Yaşadığım evin bir odasını düzenleyerek -mesleğimle ilgili- bir tanıtım ajansı açtım… En azından artık kanunlara uygun -fatura veren- bir müessesem vardı… Tabii ki vergi de veriyordum.
Ne yazık ki çok sürmedi bu eğreti çalışma hayatım; emekli paramın önemli bir kısmı SSK tarafından adaletsiz bir şekilde kesildi… Kısacası aynı sene içinde açtığımız bu küçük firmamızı kapatmak zorunda kaldım. Bu benim devletimizle olan son maceram olmuştu…
Aslında derdimiz kişisel hikâyemizi anlatmak değil, devlet politikalarının mantığını ortaya koymak…
İlk açtığımız firma olan lisan merkezinde de devlet politikası olarak, Arapça ve Farsça derslerine karşı oluşturulan tepki, ulusal bir devlet politikasından başka bir şey değildi.
ULUSAL DEVLETİN, LİSAN MESELESİNE YAKLAŞIMI...
Irksal ve etnik problemler, daha çok ulusal devletlerin temel paradigmasında mevcuttur…
Ne yazık ki Suriyeli sığınmacılara tepkiler, giderek Arapça tabelalarına kadar ulaştı. Aslında Arapça’ya düşmanlık, hiç de yeni bir şey değil;1928’den beri devam etmektedir… (başlangıcı ise, 1839 Tanzimat dönemidir)
Türkçe lisan meselesi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri gündeme gelmiş ve büyük tartışmalara sebep olmuştur. Aslında Osmanlı Türkçesi, 15. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl başlarına kadar, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Kırım, Adalar ve Kuzey Afrika'da kullanılan Türk yazı dilidir.
Osmanlı Türkçesi, aynı zamanda bünyesinde bulunan farklı toplulukları da birleştiren bir özelliğe sahipti. Zaten bütün imparatorluk dillerinde bu birleştirici özellikler mevcuttur.
Dil tartışmaları, Cumhuriyet kurulduğunda daha ileri bir seviyede yapılmıştır.
Bakın, o zamanın meşhur yöneticilerinden olan “Milli Şef” (İnönü) ne diyor:
“…Harf İnkılabının temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapatmak, Arap-İslam dünyası ile bağlarını koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı…”
İsmet İnönü’nün burada yaptığı açıklama, her ne kadar “Harf İnkılabı” için söylenmiş olsa da “Dil inkılabı” için de geçerlidir… Çünkü dil ve harf meselesi, devletin genel politikası olarak birlikte benimsenmiştir… Menderes dönemi hariç, lisanımızdaki bu çalışma ve politika günümüze kadar sürmüştür…
Sol ve ulusal kesimin “uydurma dil” savunucuları, zamanla resmi kurumların köprü başlarını tutarak, etkinliklerini artırmış) günümüze kadar kaleyi içten fethederek, bu yanlış dil anlayışını -sağ iktidarlara rağmen- sürdürmüşlerdir…
İnönü’nün bu sözü, aslında ulusal devlet politikasının ana prensiplerini de belirliyor… “Arap-İslam dünyası ile bağlarını koparmak…”
Bu cümle, cumhuriyet kurulmasıyla birlikte başlayan tüm dış politikamızı özetlemektedir…
LİSAN MESELESİ VE ULUSAL DEVLET ÇIKMAZI...
Osmanlı İmparatorluğu’nu bir türlü yok edemeyen emperyalist Batı devletleri, Osmanlı’yı parçalayarak yok etme politikasını uyguladılar… İmparatorluğun parçalanmasıyla başka ülkelerin kontrolü altında birçok ulus devlet ortaya çıkmıştır.
Osmanlı Devleti’nin en büyük düşmanı İngilizler’dir… “Parçala - böl” uygulamaları da İngiliz devletinin başını çektiği bir uygulamaydı…
İngilizler, Birinci Dünya Harbi’nde bir kısım Arap şeyhlerini (Şerif Hüseyin vb. gibi) kandırmayı başardılar… Şeyhlere “Bağımsız ve özgür ulusal devlet” vaat ederek, Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttılar. Oysa Osmanlı İmparatorluğu, Arap kültürüne saygılı ve de içinde bulundurduğu farklı toplumların özelliklerini koruyan ve destekleyen büyük bir özelliğe sahipti…
Aslında bir ulus devlet, hiçbir zaman imparatorluk gibi bir güce sahip değildir; bu güce tek başına ulaşması da mümkün değildir.
Büyük imparatorlukların içindeki topluluklar, ulus devlet vatandaşlarından daha çok avantaja veya güce sahiptirler…
Günümüzdeki imparatorluklara örnek verecek olursak, Amerika 50 devletçiği (eyalet) birleştirerek, bir imparatorluk kurmuş ve dünyaya hâkim olmuştur. İsmine de “USA” deniyor, yani Amerika Birleşik Devletleri…
Birçok devleti bünyesinde barındıran Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) dağılınca, gücünü kaybettiğini fark etti ve hemen ardından bağımsız devletleri tekrar toplayarak, önce “Bağımsız Devletler Topluluğu”nu hemen sonrasında da 1991 senesinde Rusya Federasyonu’nu kurdu…
Avrupa devletleri de sonradan ulusal devletin kısırlıklarını fark etmiş ve “Avrupa Birliği” altında bir imparatorluk oluşturmuştur…
“İttihatçılar”ın sorumsuz hareketleri ve Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya ihanet etmesine rağmen, Araplar’ın büyük bir bölümü Osmanlı’ya karşı savaşmamıştır…
Ne yazık ki Abdülhamid’i tahtan indiren İttihatçılar, Türkiye’yi akılsızca soktukları Birinci Dünya Harbi sonunda -Çanakkale Zaferi’ne rağmen- Türkiye yenik sayılmış ve de ülkemiz, küçültülerek, ulusal devlet pozisyonuna sokulmuştur…
Kısacası büyük ve güçlü bir imparatorluğu kaybederek, dışarıya müdahale etme yeteneğimiz de elimizden alınmıştır.
Ne yazık ki savaş sonrası, kendi sınırlarımıza bile sahip olamaz bir hale geldik. Lozan anlaşmasıyla ülkemiz iyice perişan hale sokulmuştur.
Milli Şef İnönü’nün dediği gibi “Arap-İslam dünyası ile bağlarımızı koparma…” politikası, (Türkiye siyasetinde) İngilizler’in istediği gibi gerçekleşmiştir…
Arap - İslam devletleriyle bizim bağlarımız koparılırken, Osmanlı bakiyesi olan Arap devletleriyle İngiltere çok yakın ilişkiler geliştirmiştir…
Bu kirli ilişkiler sonucunda Araplara ait petrol ve sermayeler, İngiltere lehine kontrol altına alınmıştır…
İngilizlerin sinsi siyaseti sonucunda, İsrail’i 1949’da tanıyan ilk Müslüman devlet biz olduk. (Bu karar, dışişleri bakanlığının 35970/155 sayılı yazısı üzerine Bakanlar Kurulunun 24.8.1949 tarihli toplantısında alınmıştır.) Ne yazık ki son senelere kadar Arap - İslam devletleriyle telefon bağlantılarımız bile İngiltere üzerinden yapılıyordu…
Araplarla aramızda öyle nefret söylemi geliştirildi ki köpeklerimizin ismini bile “Arap” koyduk…
Tiyatrolarımızda aşağıladığımız “Arap Bacı” tiplemeleri, hamam böceklerinin ismine bile “kara Fatma” dedik…
Aslında “Fatma”, Peygamberimiz’in kızının ismiydi…
Yine üç ayların önemli bir ismi olan “Şaban” ismini bile alaya alan filmler icat ettik…
“Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” lafını da her yerde duyar olduk ve de bilinçsizce yaygınlaştırdık…
Kısacası, -bilinçsiz bir kukla gibi- kutsal saydığımız birçok değerlerle alay ederek, yok etmeye çalıştık.
Biz, Arap ülkelerine cephe alırken Emperyalist Batı devletleri ise malı götürme peşindeydi!..
Emperyalistler, Arap sermayesinden, Arap petrolünden faydalanıyorlardı… Yakın bir kültüre ve geçmişe sahip olduğumuz halde biz Arap düşmanlığı yaparken, emperyalist Batı ülkeleri, bütün Arap ülkelerini maddi–manevi sömürüyordu… Şu anda da bizler de Arap ülkeleri gibi pazar ülkesi olarak sömürülmeye devam ediyoruz…
Son zamanlarda ise (AK Parti iktidarı dönemi) savunma ve yerli sanayi çalışmaları hamlesi, Türkiye’ye ümit vermektedir.
Cumhuriyetimizin kurulmasından günümüze kadar milli kimliğimiz değişikliğe uğramıştır. Bu dönemde Arap ve İslam âleminden bizi uzaklaştıracak (dil dâhil) her türlü -tuzağa uygun- politikalar üretilmiştir.
Bunların başında ise dil meselesi geliyor…
TARİH VE KÜLTÜR, DİL DEĞİŞİKLİĞİYLE YOK OLUR!..
Aslında dil değişikliğine hiçbir büyük eser emanet edilemediği gibi tarih ve kültür de yok olur…
Gençler, kütüphanelerden istifade edemezler ve binlerce yılın birikimi olan bilgiler de çöp olur gider. 30-40 sene önceki kitaplarımızı bile okuyamaz hale gelmemiz tesadüf değil… Dil politikasının bir sonucudur.
Sözde Türkçe’yi savunan birçok resmi ve özel kurum, dil bilimine de hürriyetlere de zarar vermiştir…
“Öz Türkçe” adına yerleşik kelimelerimizin çöpe atılması politikası, aynı zamanda etnik ayırımcılığı da körüklemiş ve antidemokratik baskıları da beraberinde getirmiştir…
Şehirlere, kazalara, köylere ve insanlara kadar adların değiştirilmesi için yapılan müdahaleler ve dayatmalar, toplumda endişeyle karşılanmıştır.
Özel sektörün tabelalarına kadar Türkçe yazılmasının istenmesi de tam bir akıl tutulmasıdır!..
Neredeyse arabaların markaları Türkçe değil diye trafikten men edilecek!?.
Demokrasinin gaye ve hedeflerini içine sindirememiş kesimlerin aşırı ulusal çıkışları ve özele ait hürriyetleri kısıtlama çağrıları, en basit olarak mantık yoksunluğuyla izah edilebilir… Demokrasi bir bağnazlık ve dayatma rejimi değildir. Demokratik devlet yönetimleri, -bahaneler üreterek- iktidarları ırkçı oligarşi idarelere çevrilmesine müsaade edilmemeli...
Devlet tarafından dile yapılan müdahale de aynen 28 Şubat Başörtüsü zulmü gibi zorlama ve antidemokratiktir…
Talebelere ve kamu alanlarına getirilen başörtü yasağı şimdi kaldırıldı… Çocuklarımız okullarına başörtüleriyle gidebiliyorlar ve resmi kurumlardaki memurlar da başörtüleriyle hizmet verebiliyor…
Başörtülüler bu demokratik haklarını kullanırken kimsenin mağduriyeti de söz konusu olmuyor.
Demek ki yasaklardaki sıkıntılar, olayın kendisinden kaynaklanmıyor; yöneticilerin despot, bencil ve antidemokratik düşüncelerinden kaynaklanıyor…
Demokrasideki maksat, ferdi ve toplumsal hürriyetlerin -başkasına zarar vermeden- olabildiğince genişletilmesidir.
OSMANLI DEVLETİ, DİL VE KÜLTÜR ÜZERİNE BASKI UYGULAMADI...
Demokrasiyle, monarşi idarelerin farkı, yönetim, adalet ve hürriyet kavramları içinde aranmalıdır…
Ne var ki Osmanlı Devleti, monarşi ile idare edildiği halde, hürriyetleri bu kadar kısıtlayan mantıksız bir politikaya asla ihtiyaç duymamıştır… Üstelik günümüzdeki demokratik uygulamalardan daha ileri bir sistemi bünyesinde oluşturarak, bütün cihana rasyonel modeller üretmiştir.
Osmanlı’nın bilimle olan ilişkisi eleştirilebilir.
Endülüs Devleti’nin bilimdeki gelişmeleri, Osmanlı Devleti devam ettirememiştir… Ancak Osmanlı Devleti, monarşi idaresine rağmen siyasette, adalette, ahlakta, sivil kurumların oluşumunda (vakıf ve derneklerde) bütün dünyaya “evrensel medeniyet dersi” verebilecek sosyal paradigmalar oluşturmuştur…
Evrensel Medeniyetin birincil ihtiyaçları olan sosyal yapıların kurulmasıyla adalet her alanda sağlanmıştır… İşte bu geniş hürriyet ve anlayıştan dolayı, Osmanlı toplumunda ayrımcılık ve etnisite problemleri söz konusu olamamıştır...
Osmanlı İmparatorluğu zamanında devlet, kendi bünyesinde bulunan hiçbir bölgenin kültürüne ve toplulukların özeline müdahale etmemiştir…
Toplumun ve ailenin mahremlerine asla dokunmamıştır…
Osmanlı Devleti’nde her topluluk, kendi dilini konuşmuş ve kimsenin özel alanına baskı ve dayatmalar getirilmemiştir...
Osmanlı’nın 700 sene hüküm sürmesinin sebebini, yerinden yönetiminde, (eyalet sisteminde) ahlak ve adaletinde aramalıyız…
Zaten Osmanlı Devleti, eyaletlerin dillerine müdahale yapmış olsaydı şu anda Osmanlı devletinin topraklarında kurulan 64 devletin Türkçe’den başka dil konuşmamaları gerekirdi…
Oysa Batılı Hristiyan devletleri, işgal altına aldıkları her yerde dil, din ve yerel kültüre entrikalarla ve de silahlarıyla müdahale etmiştir. Hristiyan emperyalist ülkeler, gittikleri yerlere kendi dillerini ve dinlerini ısrarla ve dayatmalarla kabul ettirmişlerdir…
Hıristiyanlığın yaygınlaşmasının, işgal ve dayatmalarla olması, Batılıların sözde demokrasilerinin eksikliğini açıkça göstermektedir.
Osmanlı’nın hükmettiği topraklarda ise böyle bir dayatma yoktur.
Herkes kendi dinini ve dilini yaşatabiliyordu…
Arap, Arapça, Kürt, Kürtçe, Arnavut, Arnavutça, Boşnak, Boşnakça, Bulgar, Bulgarca konuşuyordu…
Aynı zamanda köylerin, şehirlerin insanların isimlerine hiçbir şekilde müdahale edilmiyordu…
Osmanlı zamanında her eyalet kendi kültürel anlayışını rahatça devam ettirmiştir.
Amerika’nın Osmanlı’dan kopyaladığı bu yerel kültürlere ve coğrafyaya dayalı eyalet yönetim biçimi, demokrasinin de amacına uygun düşmektedir…
Merkezi idareden birçok konuda bağımsız olan bu eyalet sistemi, kültür ve etnik farklılıklara daha çok imkân tanıyan siyasi bir ortam oluşturmuştur.
Osmanlı Devleti, aynı zamanda farklı topluluklardan hem dil, hem kültür hem sosyal açıdan faydalanmıştır…
Bizler ise Osmanlının evrensel toplumsal anlayışını ve de kültürünü ret etmekle kalmamış, “19 milyon 902 bin kilometrekare”ye kadar çıkan Osmanlı toprağını “783 bin km2”ye kadar düşürmüşüz.
Ne yazık ki burnumuzun dibindeki adalarımızı bile Avrupa’nın şımarık çocuğu olan Yunanistan’a kaptırmışız?
Osmanlı Devletinin maddi ve manevi mirasını hoyratça harcadığımız gibi Osmanlı Türkçesi’ne de darbeyi vurmuşuz…
Aslında Osmanlı Türkçesi, hükmettiği toplulukların dillerini de muhtevasına alan, zengin ve geniş bir imparatorluk dilidir…
İmparatorluk dilleri, geniş topluluklara hitap eden ve bünyesinde yabancı kökenli kelimelere bolca yer veren büyük ve zengin bir lisana sahiptir.
Ne yazık ki TDK sayesinde 90 senedir bu kadim ve zengin Türkçemizi yok etmekle mesai sarf etmekteyiz (!)
Günümüzde, muhafazakâr bir iktidar varken de bu dil uygulamaları sinsice ve sofistike bir dayatmayla devam etmektedir...
Kültürümüzün koruyucusu ve taşıyıcısı olan Osmanlı Türkçesi, TDK tarafından ideolojik eğilimler sonucu kaldırılmaktadır.
Geniş bir imparatorluk diline sahip, Osmanlı’nın en son mirası olan kadim dilimizi yok etmekle, tarih ve kültürümüzü de gün geçtikçe kaybetmekteyiz.
Günümüzde, “olanak, olasılık, koşul, anımsamak, gereksinim, sürücü, yaşam, yanıt…” gibi birçok uydurulmuş kelimenin yaygınlaşması ve benimsenmesi için olağanüstü bir gayret sarf eden TDK, şimdilerde tasfiyeciliğe devam etmekle kalmıyor, bir taraftan da yabancı dillerle yazılan tabelaları yasaklamakla meşgul…
Ulus devletin bu yasakçı anlayışı şimdilerde Arapça tabelalar üzerinde yoğunlaştı.
LİSAN MESELESİ VE ULUS DEVLET PARADİGMASI...
Aslında, lisan meselesi de ümmetçi yaklaşımla ırkçı yaklaşımın devletler üzerindeki bir uzantısı gibi duruyor…
Somut olarak imparatorlukların, ulus devlete dönüşmesiyle etnik yapıya dayalı devletlerin kurulması, topluma istenen huzuru getirememiştir…
Ulusalcı akımların, Avrupa coğrafyasında başlaması, daha geniş alanlara sıçramasına da sebep olmuştur…
Avrupa’da 1700’lere kadar dini referanslar, siyasi yapıyı belirlerken ırkî ve yerel yaklaşımların zorlamasıyla siyasi güçler de el değiştirmiştir. Bu yüzden Avrupa’nın ortak ve akademik dili olan Latince de ulus devletlerin hışmına uğramıştır…
Etnik yapıların karşı çıkışına rağmen, 1800 senesine kadar Avrupa üniversitelerinde dersler, Latince olarak okutulmaya devam etmiştir.
Haddizatında Avrupa’daki etnik yapıya dayalı ulus devlet anlayışı, 1648’de “Vestfalya Anlaşması”yla başlamış ve 1789 “Fransız ihtilali”yle daha da hız kazanmıştır…
“Otuz Yıl Savaşları”nı sona erdiren Vestfalya Antlaşması, dinle başlayıp ulusal hâkimiyetlerle sonuçlanan bu yaygın Avrupa savaşını bitirmiş ve yeni bir dönemin de başlangıcı olmuştur…
Almanya’da yapılan bu önemli Vestfalya Antlaşması’nda “hakimiyet” kavramları Avrupa’nın, imparatorluktan “Ulus-Devlet” modellerine dönüştürülmesine sebep olmuştur.
Sonuç olarak, ufak prenslikler bile bağımsız birer devlet niteliği kazanmıştır.
İmparatorlukların yok olması ve ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, toplumsal mensubiyetler de yönetime taşınmıştır. Binaenaleyh etnisiteye dayalı bu devletler, imparatorluktan kalan bütün ortak noktaları da kaldırma yolunu tercih etmişlerdir.
Tabiî ki bu “milli egemenlik” adına yapılan hareketler, aynı zamanda evrensel değerlerin de dışlanmasına sebep olduğu gibi, kendi ülke sınırları içinde demokratik olmayan etnik baskıcı uygulamaları da beraberinde getirmiştir.
Coğrafi temele dayanan ulusal devletlerde (ABD. gibi) ortak dil korunurken, etnisiteye dayalı ulus devletler, dilde de bağımsız bir uygulamaya gitmişlerdir…
Hatta bu ayırımcı ve anti-ümmetçi devlet yapılanması, büyük çatışmalara da sebebiyet vermiştir…
Bu dar anlayışın aşırı boyutlara ulaşması, 1. Dünya Harbi ve 2. Dünya Harbi, gibi dünyanın en kanlı savaşlarına da sebep olmuştur.
Cihanşümul bu savaşların, etnik yapıya dayanan güç savaşları olduğu inkâr edilemez.
Ulusal devleti oluşturan niteliklerin daha birleştirici, daha hoşgörülü ve demokratik olduğunu kabul edilebilir. Ama ulus-devletin bileşenlerinin daha ayrıştırıcı ve de ötekileştirme faaliyetlerinin daha yoğun olduğunu görüyoruz…
Ulus devletlerin anti-demokratik mekanizmalarla hareket etmeleri ve de çok kültürlü mozaik yapı içinde bulunan topluluklar için olumsuz sonuçlara yol aştığı bilinen bir gerçektir.
“Ulus devletler, kurmak istediği ulusun tek kimlikli olduğunu iddia eden ve bunu sağlamak için de asimilasyon ve/veya etno-dinsel temizlik yapan devlet türleridir.” Ulus-devletin bu aşamada kullandığı sistematik ve planlı siyasi akım, uluslaştırma ideolojisidir.
Hulâsa, devletlerin etnik egemenlik yapısı için birtakım sergüzeştlerin ortaya çıkmasıyla durum daha da içinden çıkılmaz bir hal alır.
Ulus devlet anlayışı, sadece kendi dışındaki devletleri dışlama politikasıyla kalmayacak, siyasi, askeri, ekonomik, kültürel ve sosyal ilişkilerde de kendi içinde kaos oluşturacaktır.
Aslında bağımsızlığını ilan eden ulus devletler, gerçek anlamda güçlü olan devletlerin etkisinden hiçbir zaman kurtulamayacaklardır.
Kısacası emperyalist devletlerin kontrolünde olan bu ulus devlet modellerinde tam bir bağımsızlık da söz konusu değildir.
Dar bir siyaset anlayışına sahip ve dik duracak kadar güçlü olamayan ulus devletleri, “bağımsızlık” adına bilimsel birçok yanlışlara da sebep olmuşlardır…
Millilik adına yapılan yanlış çalışmalar, hem kendi toplumuna hem dış dünyayla olan entegrasyonların omurgasına da zarar vermiştir.
Ulus devletlerde uygulanan lisan çalışmaları da maalesef bunlardan biridir…
Ulus devletlerin kendi dillerini yenileme gayreti, bazı yanlış girişimleri de beraberinde getirmiştir…
Dilin yeniden yapılandırılması, milletler arası entegrasyonu bozduğu gibi, Kültürel ve tarihi ortak bağların koparılmasına da sebep olmuştur.
Avrupa’daki devletlerin, birçoğunun Latince’den uzaklaşıp, kendi dil maslahatlarını oluşturma çabası, Avrupa topluluklarına faydadan çok zarar vermiştir…
Latince’den uzaklaşmakla, Avrupa toplulukları arasındaki iletişim ve entegrasyon da zarar görmüştür…
Büyük bir devlet tecrübesine ve bilgisine sahip olan İngiltere, diğer ulusal devletlerin düştüğü dil reformu tuzağına düşmemiş ve dilini daha da geliştirerek, dışarıdan yabancı kökenli kelimeleri de alarak, dilini dünyanın en büyük ve etkin dili haline getirmiştir.
Binaenaleyh, Türkiye de imparatorluktan uzaklaşarak, ulus devlet olmuştur…
Her konuda olduğu gibi, dil konusunda da Türkiye’de birçok değişikler yapılmıştır. Ancak dil konusu diğer milli birçok konudan farklı bir muhtevaya ve özelliğe sahiptir…
Memleketimizde, dil bilimine aykırı ve tasfiyeciliği temel alan 1932 ve 1935 arasında başlatılan ve günümüze kadar devam etmekte olan dil çalışmaları, Türkçe lisanını da çıkmaza sokmuştur…
Nihayet Atatürk, bu tehlikeyi görmüş ve 1935’de müdahale ederek, mümkün mertebe tasfiyeciliği önlemeye çalışmıştır…
Atatürk’ü devre dışında tutmaya çalışanlar, 1938’den sonra devleti, tamamen ele geçirip, daha önceki dildeki tasfiyecilik politikasını tekrar devreye sokmuşlardır.
Tasfiyecilik, ne yazık ki daha sonraki yıllarda da artarak günümüze kadar devam etmiştir…
Dil biliminin özelliklerinden bihaber olan bu aklı evvel zevat, sonunda tıkanma noktasına gelmiştir. Daha çok solcu-ulusalcı aydınların zorlamasıyla gelişen çarpık dil reformu, öylesine aşırı bir noktaya gelmiştir ki kendileri bile işin içinden çıkamaz olmuşlardır…
Objektif solcu bir yazar ve akademisyen olan Prof. Murat Belge, kendine has “Türkçe Sorunu” başlıklı bir makalesinde bakın ne diyor :
“Yabancı kelimelere karşılık bulma gayreti, 1935 yılı sonuna kadar devam eder. Fakat iş o hale gelmişti ki, herkes gelişi güzel bulduğu kelimelerle yazı yazıyor ve yazılar, sahibinden başkasının anlamasına imkân olmayan bir şekil alıyordu. Daha tuhafı, Türkçe kelimelere bile karşılık arayıp bulanlar vardı. İş yolundan çıkmış, üzücü bir hal almıştı.”
İNGİLİZCE'YE GÜÇ YETİREMEYEN TDK, ŞİMDİ DE ARAPÇA TABELALARLA SAVAŞIYOR!..
Arapça diline karşı alerji duyulmasının tarihi sebepler açısından bakıldığında günümüzdeki devlet refleksinin nereden kaynaklandığı da ortaya çıkıyor.
İmparatorluk dili olan zengin Osmanlı Türkçesi’nin harfleri ve içerinde Arapça, Farsça kelimelerinin ağırlıklı olmasına açılan savaş 1838’den beri devam etmektedir…
Dil bilimine aykırı olarak yabancı kökenli kelimeleri tasfiye etme hareketi, günümüzde de TDK tarafından devam ettirilmektedir.
Vergi için firmaları Türkçe’ye yönlendiren devlet, tabelalarla da “Q klavye” ile de gereksiz bir mücadele başlatmıştır.
Tabelalara gelince, “MC DONALD’S" ve de diğer yabancı dil tabelalarıyla baş edemeyince, Batılıları ürkütmemek için işi hep ağırdan almıştır; ancak birdenbire Arapça tabelalara karşı savaş açması hiç de mantıklı bir yaklaşım olmamıştır.
Yabancı kelimelerin dili bozmayacağı, dilin ancak sentaksla bozulabileceği bilimsel olarak kabul edilmektedir.
Bunun pratik örneği ise İngilizcedir.
Neredeyse 700 bin kelimeye yaklaşan İngilizce, dünyanın en gelişmiş zengin dili olmuştur… Üstelik yüzde yetmiş beşi yabancı kökenli kelimelerden alınmıştır.
Günümüzde ise Türkiye’de TDK tarafından 1932’den beri yürütülen tasfiyeci dil politikasına ne yazık ki karşı çıkan siyasi bile yok…
TDK, aldığı bu cesaretle, tasfiyeciliğe hızla devam ediyor…
Aslında yabancı diğer dillerle mücadelede yenik düşen TDK, öteden beri en çok mücadele ettiği dil olan Arapça’nın yakasını bir türlü bırakamıyor…
Günümüzdeki Arapça tabelalara bilinçsizce ve antidemokratik olarak yapılan müdahaleler de TDK dil siyasetinin açık bir uzantısıdır.
Bahanesi veya gerekçeleri ne olursa olsun (terör hariç) yasaklamalar, demokrasi içinde kabul edilen bir davranış biçimi değildir.
Üzücü olan ise muhafazakâr bir iktidar eliyle “Arapça” tabelalara savaş açılmasıdır…
.
Raşit Anaral, dikGAZETE.com
Twitter'da bizi takip edin: @rasitanaral , @dikgazete