?>

Maneviyatı zayıf bir zihin dünyası, ilahi kuralları ne kadar doğru idrak edebilir!

Ali Karani

5 yıl önce

Değerli okuyucular, dostlar!.. 

İNSAN OLABİLMEK, ŞEFFAF CAMA “SIR” OLUP GELEN IŞIĞI DEĞİŞTİRMEDEN YANSITABİLMEKTİR…

Bireyin, hayatın akışı içerisinde verdiği mücadele ve bu mücadelenin sonucunda ulaştığı çareler ve alternatif çözümler, bireyin kendi şahsi çıkarlarına mı yoksa insanlığın çıkarlarına mı hizmet ettiği çok önemli bir ayrışma noktasıdır…  

Şahsi çıkarların öncelikli tutulması tercihi, içerisinde iletişim ve etkileşim halinde olduğumuz ve hayatımızı sürdürdüğümüz zaman akışı esnasında mutlaka ama mutlaka yapmış olduğumuz tercihler, ait olduğumuz topluma kısa vadede olmasa da uzun vadede zarar verir kimliğe bürünecektir…

Şahsi menfaatler için yaptığımız tercihler, toplumun dinamiklerine zarar verirken, insanlığın çıkarlarını destekleyen tercihlerimiz, ait olduğumuz toplumun dinamiklerini besleyerek canlı tutacaktır…

Bireylerin beslendiği yegâne unsur, toplumun canlı tutulan dinamikleridir… 

Uzun zamandan bu yana daima vurgusunu yaptığımız “insanlık maneviyattan uzaklaştırılıp, maddiyat etrafında kümelendiriliyor” söylemimiz dikkate alınmadığı için gelinen hazin son maalesef insanlığı bitiş noktasına taşımıştır.

Hatırlarsanız, önceki makalelerimizden birinde “duyguların yok olması ile birlikte Yaratıcı algısı da yok olur mu” uyarısı yine dikkate alınmadığı için gelinen hazin son maalesef insanlığı bitiş noktasına taşımıştır.

İlahi kuralları doğru İDRAK (İlk emir ‘OKU’ demek değildir, ‘İDRAK ET’ manasındadır) edilebilmek için yine maneviyata ihtiyaç vardır.

Maneviyatın zayıf olduğu bir zihin dünyası, ilahi kuralları ne kadar doğru İDRAK edebilir ki?

Korku girdapları içine sokulan insanlık, duygusal değişime uğratıldıktan sonra, kaybedilen maneviyat ve duyguların yerine, yenilerini ikame edebilmek adına insanlık yeni bir arayış içerisine sokulmuştur.

Basın-yayın yolu ile yeni ve yabancısı olduğumuz duygular ve anlayışların tohumları, zihinlerimize yeni kodlamalar şeklinde yerleştirilerek, yaşam tarzımız haline getirilmiştir.

Bugün “TÖRE” dediğimiz ve bizi biz yapan kuralları unuttuk.

Bugün insanlık “MANEVİ” noktada, rotası olmayan gemi misali dolaşmakta ve her limana uğramaktadır.

MANEVİYAT, DUYGULARI DOĞRU DAVRANIŞ KALIPLARINA BÜRÜNDÜRDÜĞÜ GİBİ BİREYİ DE YANLIŞ DAVRANMAKTAN VE TOPLUMUN DİNAMİKLERİNE ZARAR VERMEKTEN ALIKOYAR... 

MANEVİYATI OLMAYAN İSE “HAK” NEDİR, “HAKKANİYETLİ DAVRANMAK” NEDİR BİLEMEZ, “YARADAN KİMDİR” ALGILAYAMAZ, DAHA DOĞRUSU “MANA”DAN UZAKLAŞIR…

Böyle bir insanın algılayacağı tek şey, karnını doyuran kim ise onu yücelterek peşinden gitmektir.

Böyle bir insan kimliğine havuç tutan da çok olur… Öyle değil mi!..

Böylelikle hayvanlar gibi iç güdülerine teslim olanlarda ‘İrade’ yok edilir...

Bu kalıplar insanlığı yanlış yola sokarak YARATAN’dan uzaklaştırmaz da ne yapar dersiniz?

Bundan dolayı “Din diye bir şey yoktur maneviyat vardır, insani duygular vardır ve esas olan bunlardır” deme mecburiyeti hissedilmiştir.

Manayı idrak ettiren maneviyat, şayet olgun bir hal almışsa ve insanın yüreğine işleyebilmiş ise işte o zaman idrak edilenlerin insan davranışlarına yansıyarak toplumda vücut bulmuş halini “İlahi kurallar” olarak kabul edebiliriz…  

YOK, maneviyattan yoksun, perdeli gözlerle veya mühürlenmiş kalplerle öğrenilmiş bilgilerin, toplumun davranış kalıpları halini almış olanına ise “ilahi kurallar ile vücut bulmuş din” diyemeyiz.

Sadece insan olabilmeyi başaranlar, kendi ‘SIR’larına vakıf olurlar ve gerçek ile iletişime geçebilirler…

Kişi, kendi sırrına ermeden “gerçek ile tanıştım” dememelidir…

Sana senin şah damarından bile daha yakın olana ulaşabilmen için SIRRA vakıf olman gerekmez mi?

Sırra eren, Hakkı bilmez mi, Hakkı bilen Had bilmez mi, Sükût etmez mi?

“Hiçlik makamı, arınabilenleri bekler mi bekler” diyelim ve devam edelim…

Beşer olan, nasıl ki mükemmel yaratılmamışsa, kişi insanlaşma yolculuğunda şeffaf bir cam misali, kıvama gelebilmiş olsa dahi denmeli ki, “şeffaf cam bile ışığı içerisinden geçirirken, ışıkta birtakım kırılmalar oluşturacaktır”.

Fakat “insan olabilen” dediklerimiz, yani “kendi sırrına vakıf olanlar, şeffaf olan cama SIR olurlar ve ışığı geldiği gibi yansıtırlar”.

İşte o bahsi geçen “SIR”, Hak Teala’nın içimize yerleştirdiği kendinden olan parçasıdır. 

Bizlere düşen görev, EMANET EHLİ OLMAK ve kendi SIRRIMIZI bulmak değil midir?

SON SÖZ…

Şimdi herkes bir soluklansın ve düşünsün!..

Besin kaynağımız olan toplumsal dinamikleri mi canlı tutalım, yoksa şahsi çıkarlarımızın peşinden kuralsızca koşarak, beslendiğimiz “Yegâne kaynağın” bitişini ve yok olmasını mı seyredelim?

.

Ali Karani, dikGAZETE.com

YAZARIN DİĞER YAZILARI