?>

Latin Köprüsü

Sami Mert

12 saat önce

Latin Köprüsü

Tarihçi değilim, fâkat bir insanın tarih okumak ve yazmak için her türlü nedeni olabileceğini düşünürüm. Evvelâ, merak. Kimi tarihî hâdiselerin cereyân ettiği mahâllerdeki ipuçlarını tâkip etmek, o yerlerde yürümek, olayları zihninde canlandırmak. Belki bir tür kaçış. Her kuşağın yaş aldığının ve "eski dâimâ yeniye yenilir" sözünün ispâtı olan “nerede o güzel zamanlar” nostaljisi. O klasik “geçmişten ders alma” diskuru ve bugünün nasıl oluştuğunu idrâk etme gayreti. Kimileri için geleneği muhâfaza.

Bu satırlarda saydığım nedenlerin en mühimi olan merak duygusunu da yanıma alıp geçmişin ızdıraplarını, tecrübelerini, mutluluklarını, mücâdele ve mağlûbiyetlerini bir az olsun hissetmek ve 90'lı yılların ortalarında bir çocuk iken salonun ortasındaki halıya boylu boyunca uzanıp, âdetâ ritüelmişçesine hatmettiğim 1950'lilerin dedelerden yâdigâr tarih mecmûâlarındaki meşhûr bir hâdiseyi keşfetmek için Balkanların latîf şehirlerinden Sarajevo’da (Saraybosna) hoş bir akşam yürüyüşüne çıktım.

Şehrin ışıltılı binâlarıyla mârûf modern kısmının muhâfızlığını üstlenen Hırvat kilisesini geçip, bir tepeye doğru uzanan alabildiğince geniş bir park alanına vardım. Gençlerin ‘kaykay’ sürdüğü, yer yer grafitili duvarlarla çevrili olan bu yemyeşil mesîrenin her köşesinden tarih fışkırıyordu. Gruplar hâlinde varlığını koruyan kavuklu Osmanlı kabirlerinin, bölgede sarsıcı izler bırakmış 1992-1995 felâketinden kalma yeni mermer mezarların, Sarajevo tarihine damga vurmuş mühim şahsiyetlere âit heykellerin ve vecîzelerinin yazılı olduğu taş plakaların arasından yürüyüp, insana, sanki Peşte'nin Andrassy Bulvarı'na karakter katan bitişik bloklar hâlinde inşâ edilmiş apartman binâlarını anımsatan şehrin orta kısmına ulaştım.

İlk andan itibâren her bir apartmanı birer müze ve sanat galerisi mâhiyetindeki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun esintilerini hissettiğim butik mekânlara ev sâhipliği yapan bu muhît, bir zaman tüneli gibiydi. Yunan rejisör Theo Angelopoulo'nun “O Thíasos” (Kumpanya) filminin bir sahnesinde olduğu gibi sanki cadde başında duraksadığım zaman, bir anlığına başka bir zaman dilimine geçecek, köşeyi dönüp, usulcacık önümden ilerleyen 1912 model üstü açık bir Bugatti'den tarihî Kino Apollo Sinema Salonu'nun açılışını yapacak olan Albert Metz inecek ve gururlu kalabalığı fötr şapkasıyla selamlayacak ve bu ufak zaman yolculuğundan sonra her şey günümüze dönecekti.

İkinci Dünyâ Harbi'ne istinâden mermer kâidelerin tam kalbine yerleştirilmiş olan "her şey yansa da biz buradayız", mesajıyla “ebedî ateş” karşıladı kaldırımları çiğneyen kent sâkinlerini ve tabii benim gibi seferîleri...

Âheste âheste ilerleyerek tipik bir Osmanlı kasabası niteliğindeki bölgeye yöneldim. Bir adımda Hırvat Katolik, Sırp Ortodoks ve Protestan kiliselerinin, tarihî sinagogun, câmii, hamam, İslam şehirlerinde yaygın olan çarşı yapısı ve dünyâda belki ilk kez Hicrî takvime göre tanzîm edilmiş olan sâat kulesinin kesiştiği noktaya geçtiğimde nereye yaklaştığımı idrâk ettim. O tarihî yer, yalnızca bir sokak aşağıdaydı. Oraya doğru ilerledim ve Miyatska Irmağı'nın kıyısına ulaştığımda dört kemerli taş Latin köprüsü tüm güzelliği ile çıktı karşıma. Hoş ve mütevâzı idi, ancak taşıdığı yük, başka bir çağın bakıyesiydi.

*

111 sene evvel, 1914 senesinin 2 Temmuz sabahında, bir nüshası 10 paraya satılan Peyâm gazetesini eline alan Istanbullu okuryazarlar, manşette, Fransız evrâk-ı havâdisinden çevrilmiş olan Avusturya ve Hâdise-i Cinâʿiyye başlıklı makaleyi okuduklarında, seneler boyunca sürecek olan felâketler zincirine tanıklık edeceklerini öngörebilirler miydi?

Şöyle tasvîr edelim o gergin yazın başlangıcını...

Haziran ayının 28'ine tesâdüf eden birhâyli yakıcı, hattâ şarkta Eyyâm-ı Bâhûr (Aşırı Sıcak Günler) tâbir edilen bir yaz güneşinin alnında, sanatsallığından ziyâde, işlevselliğiyle ön plana çıkmış, Osmanlı yapımı bir taş köprü ile, yâni nâm-ı değer “Latinska ćuprija” (Latin köprüsü) sâyesinde, iki yakası birbirine iliştirilmiş çok derin ve geniş olmayan Milyatska Nehri'nin kıyısı, etfâl gibi şen kalabalıklarla çehrelenmişti o sabah vakti sâat 10 sularında...

Güzergâh boyunca uzanan muttasıl nizâmdaki binâların ekserisi -ne hazîn bir tesâdüfdür ki bir asır sonra Habsburgların son velîahdı Otto von Habsburg'un, gelenek gereği, içine kalbinin yerleştirilip bir manastıra gömüleceği o bakırdan yapılma kabın da rengini alacak olan- beyaz, yeşil ve allı Avusturya-Macaristan Krallığı'nın bayraklarıyla ve cumbaları pek mülevven ve cândâr çiçeklerle donatılmıştı. Eski meskenlerin silüeti nilüferlerin salındığı Milyatska'nın yüzeyine düşüyordu.

Sarajevo'nun en müstesnâ görünümüydü.

Halk arasında cadde-i nûraniye denilebilecek kadar aydınlık ve sanki nûrlarla kaplanmış bu Arnavûd kaldırımlı sokağın etrâfına saçtığı parıltıdan nâsibini alan, kimi hânedânlığa bağlılığını gururla ifşâ eden insanlar, kimi sâdece silsilenin tüm teâmüllerini hiçe sayarak avâm nezdinde sempati kazanan, ve hattâ tahttan dahi uzaklaştırılma tehdîdini görmezden gelerek “morganatik” veyâ, dir diğer deyişle, “hânedân dışından biriyle evlilik” yapan genç Arşidük ve eşini görmeye gelen merak dolu insanlar, bu mutlu sarhoşluğun az sonra bir kan gölüyle netîceleneceğinden habersizdi.

Caddeyi gören Müslüman hânelerinin şâhnişinlerinde limon küfünden beyaza Halep işi şık ipek çarşafların, dudak ve burunları gizleyen ince peçelerin ardında genç Arşidük'ü biraz nefsânî duygularla, biraz da merâk ile bekleyen hanımefendiler ve onlara başka meskenlerden eşlîk eden ateş rengi feslerle, ince belini sımsıkı saran elbisesi ile her zamanki gibi zarîf bir görüntü veren Hohenberg düşesinin letâfetini görmek isteyen beyefendiler göze çarpıyordu.

Derken, şenlikli kalabalığın orta yerinden geçmek üzere altı adet otomobilden oluşan, Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Hohenberg düşesi Sophie'yi, Belediye Başkanını, Emniyet Müdürünü, genç Arşidük ve eşinin personelini taşıyan resmî konvoy, yolun başında göründü.

Sanki Roma lejyonlarının bandolarını andıran yüzlerce kişilik bir müzik grubunun, önlerinde duran genişçe davullara ellerindeki majör sopalarla aynı anda sert darbeler indirerek heyecân dozunu giderek arttırdığı bir coşku dalgasının arasından yavaş adımlarla ilerlendi, daha evvelden çizilmiş olan rotadan çıkılarak, havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez, isyân ateşinin pek hırkatli olduğu her toprak gibi burada da imparatorluğa bir nevî sadâkat ispâtı için ismi Franz Joseph konulan caddeye girildi.

Arşidük ve eşi Sophie ile 1911 Avusturya yapımı, Gräft-Stift model, üstü açık fayton biçimli otomobilde seyir hâlinde olan Avusturyalı General Oskar Potiorek sürücünün kulağına eğilerek “Bu nedir? Bu yanlış yol!” diye fısıldar fısıldamaz sürücü, aracı pek nâzik bir frenle durdurdu ve onca hengâmenin arasında geri geri gelerek nehir boyunca devâm eden Appel Rıhtımı'na giriş yapmayı denedi.

Ve tam o esnâda kan çanağına dönmüş gözlerinden günlerce uykusuzluk içinde kıvrandığı anlaşılan, yorgun, meteliksiz ve geleceğe dâir gâyesiz bir genç, sanki sâatlerce sürecekmiş gibi soluksuz geçen birkaç sâniyenin ardından cebinden çıkarttığı ve günlerdir arkadaşının evinde köhne bir şiltenin altındaki Gladstone tipi çantada özensiz biçimde sakladığı FN M1910 tipi tabancasıyla ateş etti.

Mermilerden biri, Arşidük'ün yaka ve manşetleri altınla süslenmiş kruvaze ceketinin boyun kısmını delip geçtikten sonra mâvi subay üniformasını kan ile kaplarken, mermilerden diğeri geniş kenarlı şapkası, şık peçesi, elinde taşıdığı şemsiyesi ile pek uyumlu olan düşesin bembeyaz elbisesinin orta yerinde ölümcül bir delik açtı.

Franz Ferdinand ve Sophie, nâmı meşhûr Latin Köprüsü'nün yanı başında katledildi.

Bir dizi bürokratik gerilimin yaşandığı ve ânbeân tırmanışa geçtiği Temmuz ayının ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Sırbistan Krallığı'na savaş ilân etmesi ve Almanya'nın Belçika ve Lüksemburg'u işgâl etmesiyle dört sene boyunca sürecek olan ve milyonlarca insanın can ve mal kaybı ile netîcelenen küresel bir muhârebe patlak verdi.

*

Öyle ki tüm savaşları sona erdirecek savaş olarak anılacaktı. Halbûki daha İkinci Dünyâ Harbi görülmemişti.

Hânedânlıklar birer birer son bulurken, İspanyol gribi ve iktisâdî buhranlar halkın belini kırdı ve diktatöryel rejimler için parlak bir dönem başgösterdi. İkinci harbi tetikleyen bir dizi felâketin başlangıcı, bu kadarını hayâl etmiş miydi bilemiyoruz ama esâsen Gavrilo Princip'in silâhından çıkan kurşunlardı.

Belki evvelden masa başında tasarlanmış bir planın parçası, belki de yalnızca bir bahâneydi; ancak “insanlık tarihinde teknoloji, silahlanma ve bu husûsta yapılan tüm bilimsel çalışmalar ilerleme kaydettikçe, daha çok savaş yapılmıştır”, önermesini haklı çıkartacak nitelikteydi. Bir nevî “kaos teorisi” misâliydi.

Velhâsıl-ı kelâm, büyük babası Sultan V. Murad'ın hâtırasını, soy adında yaşatan hânedân torunu yazar Kenizé Mourad'ın tasvîriyle “ışığın ve ümîdin simgesi” olmayı sürdürüyor Sarajevo şehri...

Onun için bu ümit, bir gün cesâret ve hoşgörünün gâlip gelebileceği ümîdidir.

Bu his, kentin her bir köşesine sinmiştir, ilk anda hissedilir.

Gidip görmeniz tavsiye olunur.

.

Sami Mert, dikGAZETE.com

Kaynakça

“Avusturya ve Hâdiseʾ-i Cinâʿiyye”, Peyâm, 2 Temmuz 1914, s.1.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI