Merdivenleri hızla çıkarken, aşağıda beklemekte olduğunu fark ettim. Az önce bana bir adres sormuştu.
Henüz elinden tutulacak kadar yaşlı olmadığını düşündüğümden, yardım etmeye gerek görmemiştim.
Başı öne eğikti ve adım atmaya çekindiği izlenimini veriyordu.
Oysa sorduğu adrese gidebilmesi ve metro istasyonundan çıkabilmesi için bu merdivenlerden başka seçeneği yoktu.
Altmışların başında olduğunu düşündüğüm bu hanımefendi, duruşu ve tavırları ile tam bir İstanbul hanımefendisiydi.
Fakat kıyafetlerinin şıklığından çok, kışlık olmaları dikkat çekiyordu.
Geri döndüm ve yardım etmeyi teklif ettim.
Başını kaldırıp bana baktı.
Mütebessim bir ifade ile teşekkür ettikten sonra ekledi;
-Kalabalıkta torunumla birbirimizi kaybettik. Şemsiyem onda kaldı. Yağmurun dinmesini bekliyorum.
Bu cevap karşısında ne diyeceğimi şaşırdım. Çünkü hava günlük güneşlikti..
Yine de, bir an yağmur yağıyormuş gibi hissettim ve yanımda ona verebileceğim bir şemsiye olmamasına gayri ihtiyari üzüldüm.
Bu tür rahatsızlığı olan bir komşumuzun başına gelenleri hatırladım. Kendimi toparladım ve bir şemsiye bulup geleceğimi söyleyerek yanından ayrılmak üzere iken bir delikanlı telaşlı bir halde yanımıza geldi.
“Ah be babaanne, kaşla göz arasında nereye kayboldun. Korkuttun beni!..” diyerek şefkatle sarıldı.
Fark ettiğinde bana doğru yaklaştı ve sesinin tonunu biraz azaltarak;
“Kusura bakmayın” dedi;
-Üç yıl önce bir kış günü, ani bir kalp krizi ile kaybettik dedemi. Hava soğuk ve yağmurluydu. Geçen yıl hastalandı babaannem. Mevsimi hep kış, havayı hep yağmurlu sanmaya başladı.”
Delikanlı şemsiyeyi açtı.
Bana “hoşça kalın” dedikten sonra babaannesinin koluna girerek, merdivenleri çıkmaya başladılar.
Kısa süre önce kardeşini kaybetmiş biri olarak, karmaşık duygular içindeydim.
Olduğum yerden merdiven bitimine kadar onları seyrettim.
İnsanları kaybetmek için anlık bir sürenin, ya da kaşla göz arasındaki bir mesafenin yeterli olmasının ne kadar garip olduğunu düşündüm. Çok şükür ki kaybetmek, içinde bulma ümidini de barındıran bir kelimeydi.
…
“KAŞLA GÖZ ARASINDA” isimli bu kısa hikayemde, yıllar önce karşılaştığım bir DEMANS hastasından esinlenmiştim. Bu yazının konusu ile olan yakınlığı nedeni ile paylaşmak istedim.
Türkiye’de hasta sayısının milyonlarla ifade edilmesine rağmen yeterince gündeme gelmediğini düşündüğüm bir hastalık olan Demans, bellek ve benzeri zihinsel yeteneklerin bozukluğu ile, hafıza ve düşünme yeteneği, dikkat ve karar alma, dil ve konuşma merkezindeki bozulmalarla kendini gösteriyor.
Alzheimer hastalığı ise Demans’ı da kapsayan daha ileri düzeyde bir hastalık. Beynin bazı bölümlerinde başlayan hasar, artarak devam ediyor.
Uzmanlara göre, kalıtım ve aile geçmişi, Alzheimer hastalığının değiştirilemeyen risk faktörlerinden bir tanesi.
İlk hasarlar 20’li yaşlarda meydana geliyor, 40’lı yaşlara doğru ilerleme devam ediyor ve hastalık 60 ila 65 yaş civarında tam olarak ortaya çıkıyor.
Bazen de gençler arasında görülüyor.
Ülkemizde 1 milyon demans hastası, 600 bin civarında Alzheimer hastası tespit edilmiş. Bunun 40 bin adedi ise genç denilecek yaşlarda görülmüş (habertürk.com)… Pandemi döneminin yanlış uygulamaları ve başta ‘akıllı telefonlar’ olmak üzere teknolojik aletlerin giderek artan kullanım hacmi bu hastalığın geleceğin en yoğun hastalığı olarak öngörülmesine neden oluyor.
Genetik anlamda ortadan tamamen kaldırılamasa da, doğal ve hareketli yaşam, hastalığı yavaşlatan çok önemli bir etken.
Erken yaşlardan itibaren hasar oluşturabileceği için kişilerin, sporu günlük yaşam tarzı haline getirmesi büyük önem taşıyor.
Alzheimer’ın en yakın dostu hareketsiz yaşam. Yani aslında her şeyin başı hareket etmek…
Hastalığı yavaşlatan diğer önemli faktörler şunlar;
Yeni bir dil öğrenmek, yeni bir hobi edinmek, sudoku çözmek, aile ve çocuklarla daha çok ve kaliteli vakit geçirmek, sosyal medyaya değil sosyal aktivitelere yönelmek, anlamlı ve amaçlı bir hayat yaşamak, teknolojik cihaz ve cep telefonu kullanımını azaltmak, sigara ve alkolden uzak durmak.
…
Genetik olarak bu hastalıklara yakalanmasa bile sonuçları itibarı ile aynı sorunları yaşayan kişilerin sayısı da bir hayli fazla. Onlar da teknoloji bağımlılığı tuzağına düşerek ve yürümeyi bile unutma aşamasına gelecek kadar hareketsiz bir yaşantıyı tercih ederek, aynı sorunları yaşayabiliyorlar. Bildiklerinin yeterli olduğunu düşünüp, yeni bir şey öğrenmeye gerek duymuyorlar.
Rahatlığın dayanılmaz hafifliği ile her geçen gün biraz daha paslandıklarını, belleklerini ve zihinsel yeteneklerini tükettiklerini fark edemiyorlar. Tıpkı deniz üzümleri gibi:
“Deniz Üzümü” okyanuslarda yaşayan bir su hayvanıdır. En az bir metre boyunda ve üzüm görünümündedir. Rahat edeceği, düşmanlarından korunacağı, hareket etmesine gerek kalmayacak bir hayat yaşamak için arayışını sürdürür. Aradığı ise dayanacağı, yaslanacağı bir kayadır.
***
Böylece dertsiz, mücadelesiz bir hayatı olacak, düşünmeye ve tasaya gerek kalmayacaktır. O kayayı bulup ona dayandığı zaman ise ilk yaptığı şey kendi beynini yemek olur.
Hareket etmedikten sonra, bir derdi, amacı kalmadıktan sonra beyne de zaten gerek kalmayacaktır. Bunu yapar yapmaz da artık bir bitkiye dönüşecektir. Araştırmalar, bütün deniz üzümlerinin akıbetinin bu şekilde olduğunu göstermektedir.
Yazımızın başlığında yer alan köpek balıkları ile ilgili konu ise şöyle:
Japonlar çok balık tüketen bir toplum. Balıkçılar talebe yetişemeyince daha uzaklara açılırlar.
Başarılı da olurlar. Fakat kıyıya gelene kadar avladıkları balıkların tazeliğini kaybettiğini düşünen Japonlar, hassas damaklarına bu balıkları uygun görmezler.
Balıkçılar büyük teknelerin içine havuzlar kurup, bu balıkları bu havuzlarda getirip, taze tutmayı denerler. Fakat yine de tazeliğini kaybettikleri tepkisi ile karşılaşırlar.
En sonunda içlerinden biri muhteşem bir fikir bulur ve bu havuzların içine bir köpek balığı atarlar. Ondan kaçabilen balıklar, tazeliğini koruyarak yolculuklarını tamamlar.
İki seçeneğimiz var:
- Ya beynimize atacağımız bir köpek balığı ile belleğimizi ve zihinsel yeteneklerimizi canlı tutacağız.
- Ya da deniz üzümleri gibi, yaslanacağımız bir kaya bulup, düşünmeye ve hareket etmeye gerek kalmadan, amaçsız ve dertsiz yaşamayı tercih edeceğiz. İhtiyaç kalmayacağı için de beynimizi yiyecek ve bir bitkiye dönüşeceğiz.
Şair İbrahim Tenekeci bize bu konuda yardımcı olacak bir hatırlatmada bulunuyor:
-İnsan, ne isterse olabilir. Hatta insan bile olabilir.
.
Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com