-12 Ocak 2016 tarihinde gene bu site ve bu sütunda yayımlanan bu yazıyı, değerinden hiçbir şey kaybetmediği, bugünlerde de aynı konunun gündemde olduğu ve okuyamayanların da olduğunu görerek tekrar istifadenize sunuyoruz.-
-Bu vesile ile kitap çalışmalarına ağırlık vermek isteyen ve rahatsızlığından dolayı da haftalık yazılara ara veren yazarımıza geçmiş olsun dileklerimizi ileterek yeniden yazmaya başlayacağı günleri beklediğimizi bir kere daha duyurmak istiyoruz.-
Bilimsel alandaki çalışmaları, genel-geçer kanunlara ulaşmak teleolojisi üzerine kurulmuş, sırrı keşfetme girişimleri olarak da okumak yanlış olmaz. “Doğayı anlama”da başarılar elde eden bilim insanları, insanı anlamayı; anlayabildiklerinden yararlanarak, ileriki aşamalarda onu şekillendirip hükmetmeyi amaçlamasa dahi(?), bunu mümkün kılacak altyapı oluşturma arzularını gözlemlemek çok açık bir şekilde mümkün olur (George Herbert Mead, buna iyi bir örnek teşkil eder). Bilim insanlarının diğer bir arayışı genelleme üzerine kurulmuş olduğundan, keşfettikleri olguları mümkünse genelleştirerek geçerlilik alanını belirleyerek, kanunlar ortaya çıkarmalarıdır.
Bilim insanları yanı sıra, pseudobilim (sözdebilim) üreten sahte bilimcilerin dolaşıma soktuğu kavramlar, zaman zaman daha çok teveccüh kazanarak, insanlar tarafından gerçekmiş gibi inanma eğilimi söz konusu olmakla kalmaz; nesilden nesle devredilerek kültürün bir parçası haline gelir ve gerçek gibi muamele görür. Bu gibi kavramların inanılmak istendiği için kabul gördüğü varsayımından hareket edebiliriz. Tarihi süreçte birçok karışık konu, basite indirgenerek açıklama imkânı sundu ve bu gelenek kesintisiz devam ediyor. Kavram sorunu yaşanan konuları tanrılara atfeden insanlar, -bereket tanrısı, kudret, savaş tanrısı vb. gibi- mitolojiler eşliğinde nedenselliği çözmeye çalışırken, günün birinde kendileri de o kurguladıkları varlıklara inanarak, sorularını erteleme yolunu seçtiler. Bu süreç rasyonelleşme dönemine kadar (aydınlanma) devam ederken Batı, sırtındaki kamburdan kurtulduğunu düşünüyor, kendini bir daha mitolojilere teslim etmeyeceği kanaati ve özgüvenini pekiştiriyordu.
Modern dünyada hala dolaşımda olan ‘Mantalite’ kavramı (mens), rasyonel düşüncede ne kadar yol aldığımız konusunda bir mihenk taşı niteliğinde…
Zihniyet, zihinsel faaliyet (cognoscere) olarak düşünüldüğünde ki bu, bireyin kendi imkânlarıyla becerilerinin tümüne verilen addır. Bir başkasıyla, yahut bir toplulukla beraberce düşünülerek sonuç alınamaz, çünkü düşünme melekeleri her bireyde ayrı işler, benzeri sonuçlara ulaşılsa dahi. Eo ipsokolektif zihniyet mümkün değildir.
Kognitif işlevler kişinin kendi ürünü olduğundan da genelleştirilemez, çünkü her insanın düşünme mekanizması, kendine özgü otarşik yapı sergiler. Nöronların faaliyetlerini inceleyen filozof Mario Bunge,The Mind-Body-Problem, (1980) adlı kitabında, bu konuları detaylı bir şekilde açıklar.
Mantalite kavramı, dilimizde zihniyet terimine eşanlamlı bir şekilde kullanılır. Günlük yaşamda, sıkça kullanılan zihniyet, kişiyi tanımlamaktan öte topluluk ya da toplumların tümünü kapsayan niteliğiyle kullanılır. Negatif içeriğini nötrleme amacı bulunan bu kavram, genelde ‘yeteneksizliğe’ denk gelir. Daha çok aşağılama amaçlı kullanım bulan zihniyet bu şekliyle kolektif kullanılmak zorundadır. “Arap zihniyeti”, “İngiliz” zihniyeti “x-Parti zihniyeti”vb. bu sonsuza kadar uzatılabilir.
Oysa başkasının zihniyetini tümüyle anlamamız mümkün değildir. Kişi izin verdiği ölçüde, gösterdiği/göstermek istediği kadarıyla zihni yapısı hakkında malumat sahibi olmamız söz konusudur. Bir topluluğu tek bir kategoride görmemize hiçbir mantıksal çıkarsama izin vermez. Filozof, “düşünüyorum, öyleyse varım” derken, işte tam bu noktaya işaret eder; başkalarının varlığından dahi emin olmak imkân dâhilinde değildir. Diğer insanlar hakkında genel söylemler geliştirmek, sadece yanılgılarla sonuçlanacak eylem olmaktan öteye geçmez. Bu konuda inanılır bir argüman talep edildiğinde susmaktan başka çare bulamayız.
Ulusalcılığın bir mirası olan kolektif zihniyet terimi, kendini iyi statüye yerleştirme gereği duymadan veya kendini ispatlama sorumluluğundan kaçarak, başkasını aşağılamak nedeni üzerine kurulmuştur. Başkalarını kötülerken kendimizin iyi olarak empoze edilmesi, yani bu şekilde çağrışım uyandırma girişimi. Bu durum, kendimizde özgüveni geliştirmeye değil, gizli bir silikliğin yerleşmesine vesile olamaz mı!
Bu ve benzeri terimler düşmanlıklar üretmek için sebep teşkil ederken, kendimizi iyi tahlil etmemize hem engel teşkil eder, hem de kendimizi yanlış konuşlandırmamız zararla noktalanabilir.
Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com için 12 Ocak 2016'da yazdı