Kızıl Goncalar ne anlatıyor?
Eskiden İslamcı veya muhafazakâr çevrelerde üretilen filmlerde seküler kesim dejenere, kumarbaz, sarhoş kısacası karikatür bir nahoşlukla temsil edilirdi. Şimdilerde o cenahta neler üretiliyor bilmiyorum. Son zamanlarda, laik veya seküler çevreler ile ‘dinci’, muhafazakâr çevrelerin karşılaşmaları üzerine dizi filmler gözde.
Karadenizli olmak hasebiyle sabırsız bir insanım, dizi izleyemem. Ama bu olaya büsbütün ilgisiz kalamadım. Kızılcık Şerbeti (*) ile başladım, bir noktadan sonra iyice saçmalık haline geldi… Ama başlangıçta son derece gerçekçi idi. O kadar ki, diziden annem sayesinde haberdar oldum, bana telefon açıp, “kızım bizi kötüleyen bir dizi var, izle” demişti. İlk bölümde, bizim gibi seküler ailelerin kötülendiği vehmine kapılmıştı.
İzledim, bana hiç de öyle gelmedi, hatta ilerleyen bölümlerde tersi daha doğru gibi geldi. Uzatmayayım, konuya böyle bir giriş yaptıktan sonra, epeyce ilerlemiş vaziyette olan Kızıl Goncalar dizisini, atlaya zıplaya da olsa izlemeye başladım. Bu dizideki temsiller, semboller bana daha ilginç gelmeye başladı.
Bana ilk çarpıcı gelen husus, bir tarikat ortamına son derece uzak, aşırı estetize edilmiş bir dekorlar, kılık kıyafetler dünyası oldu. Tam anlamıyla derme çatma da olsa, oryantalist bir estetik.
Gizemli bir ortam, cami veya dergâhta mum ışıkları, duvarlarda hatlar, vs… En tuhafı kenar mahallelerdeki evlerde, paşa konağı ortamları, daha aşağısında florasan ışığı olabilecek yerlerde kısık aydınlatmalar, kadınların üzerinde eski kovboy filmlerinden bildiğimiz ondokuzuncu yüzyıl Amerikan kasabası kılıkları.
Nerden baksanız, ortama yabancılık alametleri. Bunları geçelim. Bence, asıl mesele, kimin nasıl temsil edildiği mevzusu.
‘Dindarları incitecek’ şeylere takıntılı değilim, hele bu nedenle aşırı tepkileri hiç de haklı bulmam. Sonuçta herkes, her kesim istediği konuda, istediği filmi veya diziyi çeker, beğenmeyen izlemez, nokta.
Dahası, bazı tarikat çevrelerinde, on yaşında çocuğu komşuya nişanlamak gibi, ortaya çıkan bazı gerçekler, en kötü temsilin bile ötesinde olumsuz bir tesir bırakmaya yetiyor.
Ancak, bu üretimler üzerine düşünüp, yorum yapmayalım diyemeyeceğim. Zira, söz konusu dizi konusunda ilk izlenimim dindar, dinci, artık ne derseniz deyin belli bir çevreye ilişkin eski klişelerin hala dolaşımda olduğu idi.
İşin burası önemli, çünkü farklı çevrelerin birbirlerini nasıl gördüklerini bu tür ürünler üzerinden izleyebiliyoruz.
‘Kızıl Goncalar’ dizisini kim yazdı, çekti ise, belli ki incelikli bir iş çıkarmaya, kaba klişelerden kaçmaya çalışmış.
Olmamış.
Bazı dindar karekterleri ‘fazla iyi’ çizmek belki de bu çabanın ürünü. Veya söz konusu olan, ‘gerçek dindar’ portresi çizme çabası. Bu konuda Meryem karekteri başta geliyor, adeta bir ‘Anadolu bilgesi’. Cüneyt Efendi karekteri de, bu kategoride sayılır, ‘manalı’ cümleler, psikiyatrıyla ‘derin’ münazaralar çerçevesinde, diğerlerinden çok farklı bir dindar, tasavvuf ehli olarak takdim ediliyor.
O kadar ki, doktor bekleme salonunda Filibeli Ahmet Hilmi’nin kitabını okuyor. Karşısındaki psikiyatr Levent bey de tam bir entelektüel; açıyor ağzını Nietzche’den başlıyor, George Orwell’dan çıkıyor.
Bu arada, tüm bu manalı lafların, derin sohbetlerin, o kadar da manalı ve derin olmadığını anlamak için bu konulara biraz aşina olmak yeterli. Zaten, Cüneyt Efendi, “ağır ol da molla desinler” tarzında, mollalığı ağır ağır konuşup, kelimeleri yerli yersiz vurgulaması ile kaim. Mollalığın bol gelmesi, kılıklarına da yansımış, üstünde bol cüppeler, başında bol gelen başlıklar. Asıl önemlisi, bu şeyh, psikolojik sorunları olan bir şeyh.
Durun, hemen “ne yani bu rollere soyunanların psikolojik sorunları olmaz mı?” demeyin.
Olur tabi, neden olmasın.
Olur da; bu sorun nihayetinde, uyduruk bir “geçmişe dönme seansı” ile ortaya dökülen bir şey olmasın bari. Anne meselesi, kimseye dokunamama gibi fazla Freudyen göndermeler de işin cabası.
Diğer taraftan, asıl mesele, sonuçta, ‘psikiyatr’ın üst otorite olarak temsili, şeyhin derdine deva olan bir bilim adamı, bu temsil “bilimin dine üstünlüğü” iddiasından başka neye delalet eder?
Hem de Freud, psikanaliz gibi bilimselliği tartışmalı da değil, düpedüz insana dair bir teoriden ibaret bir zeminden yola çıkan bir üstünlük iddiası.
Olur tabii, şeyh de sıradan dindar da psikiyatra gider tabii, sonuçta fani yaratıklarız, marazi yanlarımız çok. Olur da hayatın anlamını psikiyatrından öğrenmeye çalışmaz. Sonuçta dini inanç, insana, eşyaya farklı bir bakış demektir, hayatı farklı bir şekilde yorum demektir. Başından insanı eşref varlık olarak kabul etmek ile maddenin bir formu olarak görmek arasında kesin bir uçurum vardır, yoksa inanç diye bir şeyden behsedilemez.
Yine, “Ne yani, dinsiz bir entelektüel ile sohbet veya tartışma yapamaz mı?” da demeyin. Tabii yapar, üstelik ben keşke bu rollere soyunanlar, diğerlerinin dünyasından biraz haberdar olsalar ve bu tip tartışmalara girseler diye düşünen biriyim. Ama konu bu değil, bu şeyh, psikiyatrının hayata dair sıradan yorumları karşısında şaşıp kalabiliyor. “Nietzeche” falan deyince şaşırıp kalmayan laf yetiştiren adam, “hayat, sandığından karmaşık” tarzı sıradan bir lafı hayatında ilk kez duymuş gibi bir hal alıyor.
Bu konuda Meryem daha ileride sayılır. Öyle olması da sebepsiz değil tabii. Meryem cahil bir kadın, onun inancı belli ki saflığından, hatta cahilliğinden geliyor. Ne yapsın, okuyamamış, çaresiz içindeki iyiliği, dini terimler ile ifade edebiliyor. Ama zaten, bu eksiklikten dolayı kızı okusun istiyor.
İşte bütün mesele bu!
Küçümsenecek bir mevzu değil, ama bu konuda da ortaya çıkan, ‘Haydi kızlar okula’ kamu spotundan öte değil.
Dizinin diğer karakterleri ise daha da kaba klişeler olarak karşımıza çıkıyor. Said Efendi, bildiğiniz “kurnaz, çıkarcı, hileci din tüccarı”, karısı ondan beter.
Müyesser Hanım, aşık olduğu adamla evlenemediği için acılaşmış, sevgisiz ve tam da bu nedenle bulunduğu mevkiye gelmiş. O kadar kalpsiz ki, Kur’an kursunda bir kız çocuğunun yolda bulduğu bilyeyi görünce köpürüyor.
Naim Efendi deseniz, korkunç bir tip, baskıcı koca ve baba. Tam bir ikiyüzlü, dindarlık tasladığı halde, koli dağıttığı kadına tutuluyor, tabii o çevreye göre işin kolayı var, imam nikahı yaparak işin içinden sıyrılıyor.
Her adımın, tarikat büyüklerinin iznine bağlı olduğu vurgulanan bir ortamda, kimse ona “neden bu nikah işini bize haber vermedin” demiyor.Formun ÜstüFormun Altı
Said Efendi ile karısı arasındaki muhabbetli ilişki, ilk bakışta ezber bozuyor gibi görünüyor, ama değil, o da şehvani bir muhabbet. Malum, dindar çevrelere yakıştırılan aşk değil, kaba şehvettir. Onlar da klişeler dünyasının bu boşluğunu dolduruyorlar. Kızları Feyza bile, o küçük yaşına bakılmadan, kıskanç, hileci bir portre olarak çizilmiş. Arif karakteri iyi, ama o da saf ve korkak, bunu vurgulamak için yüzüne sürekli bir alık ifadesi yerleştirilmiş.
Haksızlık olmasın, seküler çevrede yaşayanların da sorunları var tabii, ama onlar karmaşık insanlar, sorunları da karmaşık. Hiçbirinin nedeni cahillik, alıklık, zorbalık değil. Süavi baba, kötü bir baba portresiymiş, takıntılı, huysuz bir ihtiyar ama Naim Efendi gibi dangalak bir zorba değil, sofistike bir karakter.
Dahası, Zeynep’i içinde bulunduğu karanlıktan çıkarmaya çalışan bir kahraman. O çevredeki herkes, kendisi ile hesaplaşıyor, düşünüyor, taşınıyor, diğerleri ise robot gibi yaşıyor. En önemlisi, kendi aralarında şakalaşmıyorlar bile.
Oysa, mizah o kadar insani bir şey ki; en kapalı çevrelerde bile kendine mahsus bir mizah dünyası vardır. Sadece dışarıdan bakıldığında, dindar veya kendine dindar diyenler, düşünmez, hissetmez, gülmez, bir robottur. Cahildir, zorbadır, değilse saftır, alıktır, korkaktır.
Kızıl Goncalar’ı üretenler belli ki, çalışmış çabalamış, ama bu kaba klişeleri bir türlü aşamamışlar veya belki de çalışıp çabalamadılar, bilemiyorum.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
(*) Kızılcık Şerbeti