?>

Kıbleyi değiştiren adam! -Bir Libya klasiği-

Raşit Anaral

3 yıl önce

KIBLEYİ  DEĞİŞTİREN ADAM (BİR LİBYA KLASİĞİ)

Rahmetli Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade” adlı trajikomik mizah kitabını, münevver insanların hepsi bilir... Ben bu tür olayları Libya’da şantiyelerde yaşadım... Bu yüzden “Kıbleyi Değiştiren Adam” olarak damgalandım...

Biz millet olarak nereye gitsek, alışkanlıklarımızı da oraya taşıyoruz.

Bu davranışlarımızın faydasından çok zararı olduğunu da biliyoruz…

Özellikle Almanya ve Avusturya’da güzel ve sağlıklı tam buğday ekmekler üretilir ve satılır... Ben bu ülkelerde kaldığım sürece beyaz ekmeğe pek rastlamadım... Ama Türkiye’den gelen kardeşlerimiz ise beyaz ekmek alışkanlığını -zararlı da olsa- devam ettiriyorlardı.

Tabii ki bu ülkelerde talepleri karşılamak için Türkler tarafından beyaz ekmek fırınları da açılmıştı... 

Bu tür birçok alışkanlıklarımız, yurtdışında da hep devam ediyor... 

Bir Allah’ın kulu da çıkıp “ya kardeşim, bu bir tabu değil, kutsal bir şey de değil, gelin bu âdetimizi değiştirelim” demez; daha doğrusu diyemez de... 

Bizim mescitlerimiz, marketlerimiz, her şeyimiz bize özel!.. 

İşin doğrusu Avrupa’daki Türkler, kendine özgü hayat tarzlarını yaşarken dışarıda olanlara karşı hep ‘Fransız’ kalıyorlar...

Senelerce kaldığımız ülkelerde lisanı bile doğru dürüst öğrenemeyiz…

Tarzanca rastgele yalan-yanlış öğrendiğimiz lisanımızla her yerde baskın çıkmaya çalışıyoruz... 

Yurtdışında akşamları, bir lisan kursuna gitmeyi bile bir zaman kaybı sayarız, tabii ki zaman da bir nevi para kabul ediliyor... 

Senelerce kaldığımız ülkelerde yolda kalmayacak kadar kırık dökük bir dille konuşur, ama bir gazeteyi veya bir yazıyı da okuyamayız...

O ülkede siyaset yapanlardan da çok fazla haberimiz olmaz... 

Bir kısmımız ise metro ve otobüslere biletsiz biner, yakalandığında da cezayı da öderiz. 

Direklerdeki sepetçiklerde asılı gazeteleri okumak için değil, yemek yerken masaya sermek için kullanırız ve de asla aldığımız gazetenin parasını kutuya atmayız, zira nasıl olsa bir gören veya denetleyen yok...

Yememiz, içmemiz, giyinmemiz ve de yatıp kalktığımız eski binaların odaları, hep kendi alışkanlıklarımıza göre düzenlenmiştir. 

Kısacası kendimize ait bölgelerde adeta bir geto hayatı oluşturmuşuz...  Yaşadığımız ülke hakkında ise çok fazla bir bilgiye sahip olamayız, zaten ihtiyaç da duymayız... 

Yurt dışında bütün hesaplar, para kazanmak üzerine kurulur, daha az harcamak ve daha fazla kazanmak amaçlanmıştır... 

Materyalist anlayış, hep ön plana çıkar... 

Konuşmaların çoğu, eskiden mark üzerinden, şimdilerde ise “yuro” üzerinden yapılıyor... 

Her cümlemizin üç kelimesinden birinin “yuro” olmasına azami dikkat ederiz... 

Sosyal, kültürel, siyasi, hukuksal konular bir dayatma olmadıkça hiç aklımıza gelmez... 

KENAN EVREN DARBESİNDEN DOLAYI LİBYA’YA KAÇTIK!..

1980 senesinde Kenan Evren’nin hışmından kurtulmak için Türkiye’den kaçtık ve soluğu Libya’da aldık... 

Suçumuz:Kargaların İşgali” adlı bir tiyatro oyunu yazmak ve oynamaktı... 

Darbe oldu ve ülkeyi kurtarmaya gelen darbeciler, tuttuklarını sorgusuz sualsiz içeri atmaya başladılar... 

İşkenceler,  haksızlıklar, yolsuzluklar almış başını gidiyordu…

Hukuk - mukuk” diye bir şey zaten söz konusu da değildi, zira darbecilerin kendileri de zaten hukuksuz ve davetsiz gelmişlerdi...

Darbeciler “Her şeyi düzelteceğiz” dediler, kısa zamanda memleketi iflasa sürüklediler ve kimseye de hesap vermediler... Neyse biz de sakıncalı biriydik ve de aranıyorduk. Suçumuz ise sadece amatör bir tiyatro kurarak, komedi bir oyun yazmaktı.

Toplumumuzda o dönem birçok kişi yurtdışında çeşitli ülkelere kaçtı; bana da torbadan Libya çıkmıştı...

LİBYA MACERASI...

Libya’da bir şantiyedeyiz, işçilerin çoğu ramazan ayında davulcu istiyor ve idareyle tartışmalar başlıyor... 

Sonunda şirket pes ediyor ve Türkiye’den davulcu getiriliyor. 

İlginç olan ise şirkete karşı işçilerin direnmesiydi. Çünkü işçiler hiçbir zaman bu tür kendilerine maddi getirisi olmayan bir konuda direniş göstermezlerdi...

Gerçek şu ki Libya’ya bir işçinin gidebilmesi için birilerinin ona destek olması (torpil yapması) gerektiği gibi, geride kalan ailesinin geçimini en az bir sene temin edebilecek miktarda parasının da olması şarttı...  

Bu yüzden işçi adayları ya sarı ineği satışa çıkarıyor ya da sağdan soldan borç almak zorunda kalıyorlardı... 

Zira ilk gidişte en az bir sene geri dönme imkânına kavuşamadıklarını iyi biliyorlardı. 

Bu yüzden şirketin her türlü haksızlıklarına karşı en az 2-3 sene her türlü acımasız şartlarda katlanıp, sabır göstermeyi peşinen kabullenmek zorunda kalıyorlardı.

Kovulmaktan korktukları için “teşekkür mektubu” denen korkunç kâğıdı almamak gayretiyle idarecilere mutlak bir itaat göstermeye de azami dikkat ediyorlardı...

Ama bu davul meselesi hiç aklıma yatmamıştı... 

İşçilerin direniş göstermelerine şahsen ben de karşı çıkmıştım. 

Eskiden saatlerin yaygın olmadığı zamanlarda bir kolaylık olsun diye başlayan bu geleneğin, şimdilerde devam etmesinin anlamsız olduğunu izah ederek, davula gerek olmadığını söylemiştim…

İşçiler, işten atılma bahasına bu “davul” konusunda direnişlerini sürdürdüler ve kazandılar...

TÜRKİYE’DEN LİBYA’YA HOCA NAKLİ YAPILDI...

İşçiler, din konusunda çok hassastılar ve Mısırlılardan kalan camimize bir de bir imam istediler... 

Bu teklif de idare tarafından kabul edildi... 

Türkiye’den tarikat ehli bir ulu hoca(!) geldi... 

Hoca, Cuma günü (bevl konusu) idrar konusunda esti savurdu... 

Bir dahaki Cuma’da aynı şekilde külotuna bir damla idrar düşeni cehenneme gönderdi... 

Ben de Cuma’dan sonra Hoca’ya kibarca; “Hocam, siz bu bir damla idrar için insanlara kabirlerinde azap çektirileceğini söylüyorsunuz. Bu konuda Kur’an’da ayet de yok,   siz hangi kaynağa dayanarak bunu açıklıyorsunuz?..” deyince Hoca, “kem-küm” etti, sonra da Buhâri ve Müslim’de ki rivayetlerden bahsetti... 

Kısacası Kur’an dışındaki nakil kaynaklara giderek işi iyice çarpıttı... (Günümüz Türkiye’sinde de hep öyle olmuyor mu?)

Türkiye’deki uygulanan geleneksel kültürün din olarak anlatılması ne yazık ki Libya’ya da taşınmıştı... 

Derken Hoca’ya geniş geniş izahta bulundum ve din konusunun hassas bir konu olduğunu söyleyerek yanlış konuşmamasını ikaz ettim... Ayrıca Kur’an’a aykırı bu tür rivayetlerin söylenmemesini rica ettim. 

Zaten ‘idrar’ diye bir konunun insana azap olarak dönmesi din mantığına da aykırıydı... 

Allah, kuluna azap vermek için asla bu tür basit sebep veya bahaneler üretmez... 

Hocaya insanların dünyaya sadece kulluk yapması için geldiklerini ve kulluğun da inanarak insanlara ve çevreye faydalı işler yapmak olduğunu belirttim…

Kısacası dünyaya geliş amacımız, Allah’ın yarattığı dünyayı doğallığını bozmadan imar ederek, insanlığa faydalı olmaktı. Diğer rutin ibadetler ise irademizin güçlenmesi için sadece talim ve terbiyeydi...

Özellikle yaşlı insanların prostat oldukları veya idrarlarını zor tuttukları bir ortamda ne kadar korunsalar da damlamayı önleyemedikleri pratik bir gerçekti... 

İnsanları Allah’ın azabıyla tehdit eden bu hocanın hurafeci biri olduğu hemen anlaşılmıştı...  

Bu hocayla yaptığımız bütün konuşmalar -ayetler vermeme rağmen- hep boşa gitmişti. 

Zira çocukluğundan beri ona bunu öğretenlerin bilgilerinin doğru olduğunu kabul etmişti... 

Atalarına olan güven, onu araştırma gibi bir çalışmaya da yöneltmemişti; “öncekiler ne demişse doğrudur” düşüncesiyle, yanlışlıkları yarınlara taşımaya kararlıydı. 

Ne yazık ki bu cahillik, ülkemizde hâlâ yaygın olarak devam ediyor…

Okumuyoruz, araştırmıyoruz ve de bilmeden karşı çıkıyoruz... 

Hoca’nın bana düşman olması ve çevreye yaptığı dedikodu ise işin bir başka boyutuydu... 

Bu işler hep böyle olmuştur; bir işi düzeltmeye kalktığınızda, hep bir direnişle karşılaşıyorsunuz. 

Ne var ki bu riskleri de göze almadan insanlara faydalı olamıyoruz...

Hoca’ya ve ileri gelen bazı cami cemaatine caminin kıblesinin de yanlış olabileceğini söyledim, zira güneyin ne taraf olduğu belli olduğu için kıblenin yanlış olduğunu düşünmüştüm. 

Bu konuya herkes gülüp geçmişti…

Nihayet bir gün elime bir kıble tespit cihazı geçmişti... 

Cami ileri gelenlerinden bazılarıyla kıbleyi ölçtük ve benim tahmin ettiğim gibi, kıblemiz en az 50 derece yanlış çıkmıştı... 

Hoca’nın karşı çıkmasına rağmen halı üzerinde iplerle yeniden yönlendirme yaptık ve cemaat geldiğinde şaşırmasına rağmen namazlarını söylenerek kıldılar...

Daha sonraki yıllarımızda ise hem şirketle hem işçilerle çeşitli konularda sürekli tartıştık durduk…

Şirketle işçi hakları için mücadele vermeye devam ederken işçilerle din konusunda ters düşmüştük... 

Onlar geleneksel İslam anlayışlarını çocuklukta öğrendikleri şekilde devam ettirirken ben Kur’an İslam’ını savunduğumdan ortak bir noktada buluşamıyorduk...

Şirket çok büyüktü, farklı bölgelerde en az 7-8 şantiyesi vardı... 

Benim ağabeyim de bir şantiyenin iki müdüründen biriydi... 

Abim, Türkiye’de darbe olunca, beni ikaz ederek Libya’ya gitmeme sebep olmuştu... Ancak kendi şantiyesinde başarılı bir mühendisin kovulmasını durduramamıştı... 

O mühendise yapılan haksızlığa karşı çıkmamla işler karıştı... 

Ağabeyimin bütün ısrarlarına rağmen, kovulan mühendisle beraber şantiye değiştirmek zorunda kaldık...

Şirketin üst yönetiminde etkin birinin yardımıyla kovulmadan şantiye değiştirmemiz bizim için isabetli olmuştu... 

Aslında mühendisi her an harcayabilirlerdi, ama beni kovmaları biraz zordu... Çünkü ağabeyim, şirketin en hızlı çalışanıydı ve şirkete çağ atlatacak işler yapmıştı... 

Bu yüzden ağırlıklıydı... 

Yani dediklerini yaptıracak ağırlığa sahipti... 

“Biraz solcu” olmasına rağmen işçilerin güvenini de kazanmıştı... Çünkü işçinin hoşuna gitsin diye yalan konuşmazdı ve söz verdiğini de mutlaka yapardı…

Kısacası işçiyi çok sıkı çalıştırır, fakat haklarını da korumaya çalışırdı...

Tabii ki benim “torpilli” bir insan olmam, kovulmamı önleyen tek sebep değildi…

Benim de bazı özelliklerim vardı.

İŞÇİLER, LİBYA’DA 45-50 DERECEYİ BULAN SICAKLARDA GÜNDE 16 SAAT “GÖTÜRÜ” ÇALIŞIP YIPRANIYORLARDI…

Benim şirketteki vazifem, elektrik kalfalığının çok ötesindeydi... Bazı becerimden dolayı benim kovulmam pek de kolay değildi... 

Benim yapabildiğim işler, çok sıradan veya herkesin yapacağı işler değildi... 

Mesleki işler bir yana, işin içinde keşif ve icatlar da vardı…

Bir kaç örnekle bu konuyu açalım: Bingazi’de binalar bitirilmiş, ama binlerce bina Kaddafi tarafından asansörler doğru çalışmadığı için teslim alınamamıştır. 

Beni Tripoli’den Bingazi’ye gönderdiler ve iki ay gibi kısa bir zamanda bütün asansörleri ayarlayıp teslim etmiştim...

İtalya’dan gelen otomatik briket makinalarına ekler yapan, İtalya’dan gelen bina vinçlerinin ve Fransa’dan alınan beton duvarları taşıyan köprü vinçlerin kapasitelerini de artıran yine ben olmuştum...

YARIM TONLUK SU BUZDOLAPLARI…

Her şeyden önemlisi dünyada pek eşi olmayan, yarım tonluk su buzdolapları yapmam, bizi şirkette kovulacak en son adam seviyesine taşımıştı. 

Libya’da 50 dereceye kadar varan bir sıcağa dayanmak kolay bir iş değildi... 

Kimi zaman çölden gelen sıcak ve tozlu havadan nefes bile alamazdınız... 

Sıvacılar, duvarcılar, karo ve fayansçılar, boyacılar vb. işçiler götürü olarak günde 16 saate varan bir çalışma temposu içine girmişlerdi... 

Bu yüzden aşırı sıcaklarda terlemek suretiyle kilolarca ter akıtıyorlardı…

İçilen sular ise hepsi havadan dolayı sıcaktı. 

Bu nedenle acil soğuk su ihtiyacı vardı... 

İşçiler, hızlı bir tempoyla çalışırken yanlarında 10, 15 litrelik devasa termoslar taşımaktadır. 

Bir şantiyede çalışanların sayısı ise yaklaşık olarak en az 300-400 kişi... Şirket, su konusuna çare bulabilmek için yurtdışında araştırmalar yapmış, fakat bir türlü yarım ton veya 250 litrelik su buzdolabı üreten bir firma bulamamıştı. 

Biz de işgüzarlık yapıp, “biz üretelim” dedik... Çünkü fizik bilgim çok iyiydi ve bu konuda yetki belgesine de sahiptim...

Bu işin baştan bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim, zira ortada malzeme yoktu. 

Para da versen Libya’da malzeme bulmak da almak da çok zordu…

Üstelik Libya’da ekonomik alanda düzensizlikten dolayı, bazen oksijen kaynağı için tüp, bakır boru veya basit bir makine yedek parçası bile bulamazdık... 

Bu yüzden Libyalılar klimalarını, buzdolaplarını, çamaşır makinaları vb. eşyalarını tamir ettiremezlerdi ve de çöpe atarlardı; Libya’da sağda solda tamir edilmediği için terk edilen birçok yeni cihazı açık alanlarında rahatlıkla bulabilirdiniz...

Ben bile atılan bir arızalı buzdolabı bulup, tamir edip, odama koymuştum... Aynı odada olmamıza rağmen buzdolabının sesi duyulmayacak kadar az çıkıyordu... 

Üstelik Amerika, Westinghouse markalı bu buzdolaplarını 1930’larda üretmeye başlamış; büyük ihtimalle bizim dolap da 1940’larda üretilmiş ve de müthiş bir teknolojiye sahipti...

Libyalılar, Kaddafi zamanında ekonomik olarak zengindiler, ancak çok eğitimsiz insanları bile müdür yapmışlardı…

AVM” benzeri büyük mağazalar kurulmuştu, görevlileri ise maalesef yetersizdi... Mesela bir bavul almaya gidiyorsunuz size dört bavulu zorla dayatıyorlardı... Siz “kardeşim, ben bir tane bavul alacağım” deseniz de onları ikna edemiyordunuz...

Bu büyük marketler, bir bavul yerine, dört bavulu iç içe koyup verecek kadar cahil davranan müdürlere sahiptiler... 

Zira o bavullar İtalya’dannakli kolay olsun” diye iç içe koyulmuştu... Ama bu kadarcık ayrıntıyı bile yorumlayacak insanlarının olmaması ülkenin geleceği için hiç de umut vermiyordu... 

Libyalıların çoğu iyice tembelleşmiş ve şımarmıştı; yabancılara hep tepeden bakarlardı, hatta en ufak bir hadisede kolundan tutup, karakola götürmeye kalkarlardı...

Ev, araba, evlenenlere çeyiz yardımı, çocuk paraları, bedava sağlık hizmetleri, elektrik, gaz - tuz vs. bedava olunca eğitimsiz bu toplumda şımarıklık ve tembellik de kaçınılmaz olmuştu... 

Kaddafi, herkesin meslek sahibi olması için birçok teşvik yapıyordu, ama netice alamıyordu. 

Sonunda bu azgın topluluk, nankörlükte tavan yaparak, onlara rehberlik yapan lideri de feci bir şekilde öldürdüler...

Sonuçta, biz devasa buzdolaplarını yaparken çok zorlandık, ama başardık... Bütün işçilerin duasını da aldık...  

Yemekhane tepsilerinden buzdolapların radyatörlerini soğutmak için fan yaptık, oksijen kaynağı yerine bakır borular için lehim kullandık, kompresörün tazyikiyle patlasalar da boruları -daha uzun- bir birinin içine sokup, ısıtarak lehimlemenin gücünü artırdık.

Kısacası bu dolaplardan sadece bir şantiyeye değil, bütün şantiyelere yapmaya başlamıştık. Her şantiye sıraya girmişti. Neyse uzun etmeyelim, benim şirket için vaz geçilmez bir noktada oluşum beni ayakta tutan en büyük güç oluyordu...

İşçilere yapılan haksızlıklar gittikçe artmıştı kimse izine çıkamıyor, para da alamıyordu... Arada bir birkaç kuruş dağıtılıyordu... 

Bizim paralar,  büyük ihtimalle yurtdışı bankalarında saklanarak, patronun cebine faiz kârı olarak dönüyordu... Ancak memlekete dönmeye karar verenler paralarını alabiliyordu... 

Bütün haksızlıklara rağmen kimse de işini bırakmak istemiyor ve sabrediyordu…

Daha sonralar maaşlarımızı da (benimki hariç)  düşürdüler... Çünkü dolar kuru artığından Türk lirası olarak “çok fazla maaş” aldığımızı düşünüp, zam yerine kesinti yapma yolunu seçtiler...

Ayrıca benim yanımda 18 vinç operatörü vardı Mısır-Libya harbi sırasında Kaddafi, bütün Mısırlıları kovmuş, şantiyeler ise yarım kalmıştı…

Bakım yapılmayan 4-5 sene içinde vinçler paslanmış, atıl vaziyetteydi…

Binaların yapılmasına da engel teşkil eden bu vinçlerin indirilmesi gerekiyordu... Ancak bunları yere indirmek 2. Dünya Harbinde patlamamış bombaları yok eden bir ekip kurmak kadar zordu...

Çünkü vinçleri yere indirecek hiçbir mekanizma çalışmıyordu... 

Paslı motorlar, kelepçeler, halatlar ve vinç demirleri berbat durumdaydı…

Üstelik Mısırlılar vinçleri hep yanlış kurmuşlardı... 

Aynı, caminin yanlış kıblesi gibi üçüncü sınıf bir iş yapılmışlardı…

Ekibimin bu vinçleri indirmesi için şirket tarafından bize baskı yapıldı... 

Biz karşı koyunca, bize bu tehlikeli işe girmemiz için prim teklif ettiler...

Her neyse, biz bu binaların yapılmasını engelleyen vinçleri, gece gündüz çalışıp, bütün tehlikelere rağmen yere indirebildik. Ama bu aylarca çalışmamız karşılığında prim alamadık…

Daha sonra tüm şantiyeyi örgütledim ve işi yavaşlatmayı başlattım…

Şirket merkezi toplantı üstüne toplantı yapıyordu...

Uzun etmeyelim “bu direnişin liderliğini yapan kimdi” diye aranıyordum. Evet, bütün gözler bana çevrilmişti. 

Üstelik ağabeyim, yönetim kurulunda ve onu merkezde toplantıya çağırıyorlar...

Ağabeyim bir gün şantiyemize gelip, beni buluyor ve “Raşit senin bu eylemlerle bir ilgin var mı?” diyor. Ben de ona direk olarak açıklamada bulunuyorum: 

- Abi, bu isyanın liderliğini ben yapıyorum.

- Niçin?

- Çünkü işçilere haksızlık yapılıyor. 

- Sana ne?.. Sana dokunan oldu mu? Herkesin parası düşürülürken seninkine zam yapıldı. 

- Tamam da başkasını düşünmemek bencillik olmaz mı? 

- O işçiler senin için bu fedakârlığı yapmazlar, hatta sıkıştıklarında seni de yalnız bırakırlar... İstersen devam et! Ve neler olacak gör. Seni kovmuyorsalar çok becerikli olduğundan değil, ben yönetimde olduğum içindir. Ama bu iş isyana dönüşmeye başladı…

- O zaman işçilerin hakları için senin de mücadele vermen lazım. 

- O kadar da değil; ben hak edenleri hep korudum, yine korurum... Ama benim de gücüm bir yere kadar. Yönetim kurulunda bu grevleri yapanın kardeşim olduğun söylediklerinde ben şaşırmıştım. Artık seni korumam da zor görünüyor…

- Tamam, kendini riske sokma, ben yeterince burada çalıştım, kovacaksalar kovsunlar, onlara boyun eğmeyeceğim.

-Tamam, ama hayatın da hiçbir şeye sahip olamadın ve yaşında geçiyor, ileride daha çok pişmanlık çekeceksin. Yurt dışı fırsatının herkese nasip olmadığını da iyi biliyorsun. 

- …

Ağabeyim giderken geri döndü ve merak ettiği bir şeyi bana sordu: 

- Yönetim kurulunda senin hakkında çok konuşmalar oldu. Benim merak ettiğim bir şey daha söylediler; sen milletin kıblesini mi değiştirdin? 

- Mısırlılar yanlış yapmışlardı, ben de düzelttim. 

- Oğlum, bak bu din işleri hassas işlerdir, niçin karışıyorsun. 

- Ağabey, iyi de mihrabın istikameti yanlış yerleştirilmişti.

- Sen kendi istikametine bak, milletin istikametinden sana ne!.. Niye ortalığı karıştırıyorsun?

Gerçekten düşündüğümde, aynı istikamete dönüp, namaz kılanların tekrar başka yöne dönmelerinin zor olduğunu anladım. 

Caminin yanlış olan kıblesini değiştirmeseydim ne olurdu?” diye düşündüm... 

Hiç de bir sıkıntı çıkmayacaktı... 

Alışılmış ve gelenek haline gelen birçok konu da böyle devam edip gidiyordu.

Gece davul çalmanın insan haklarına aykırı" olduğunu söylediğimde bile millet “din elden gitmiş” gibi tepki göstermişti... 

Camilerde öptürülen kıllara kadar bir sürü yanlışı ve ya hurafeyi beraberimizde taşıyoruz ve bunları düzeltmeye kalktığımızda hücuma uğruyoruz... 

Bilimin kapısının anahtarı olan felsefenin dışlandığı ve de düşünmeyen bir toplumun araştırmaya yönelmesi tabii ki söz konusu olamazdı... 

Bu yüzden sürekli geçmişin yetersiz bilgilerini naklederek geleneklerimize bağlı kalmayı sürdürüyoruz... 

Bu yaklaşımlarla bilim ve teknoloji üretmemiz çok zor görünüyor... 

Pratik hayata baktığımızda bütün İslam toplulukları Batı’nın pazarı olmuş durumdadır...

Boko Haram, Taliban, el Kaide, İŞİD, Haşdi Şabi, FETÖ hep bu tür hurafelerin uzantılarıdır…

Bu teşkilatların hepsi Müslüman kanı dökmektedir…

Sözde herkes İslam’ı savunuyor, ama herkesin “İslam” dediğinin içine doldurdukları başka bir şey... 

Yani Kur’an’ın çizgisi dışında oluşturulan bir sürü farklı geleneksel rivayetler... 

Hatta acımasız eylemleri yapan bu teşkilatlar, geleneksel rivayetlerle Kur’an’ı bile yanlış yorumlamaya kalkmaktadırlar... Kur’an gerçeğinden koparak hurafelerle yol bulmaya çalışanlar, ne yazık ki günümüzde birbirlerini öldürmekten başka bir şey yapamıyorlar... Üstelik hepsinin ağzından “Allahûekber” lafı çıkıyor...

Bir tarafta İslamî cihat yaptıklarını sanan topluluklar, Müslüman kanı dökerken diğer taraftan  Hristiyan ve Yahudiler dünyayı pazar haline getirip, yönetiyorlar...

Biz yine kendi yaptığımız olaya dönelim…

Ben bu “kıble” işinin merkez yönetim kurulunda aleyhimde bir malzeme olacağını düşünmemiştim... 

Sonuç olarak üç senelik Libya hicreti bana birçok şey öğretti... 

Şimdi bana “fetva” soranlara verdiğim cevap: “Ben, ancak kendime ait işlerde, kendime fetva veriyorum, siz de kendiniz araştırın ve kendi fetvanızı kendiniz verin!” diyorum. 

Israrlı olanları da Süleymaniye ya da Akabe vakfına yönlendiriyorum.  Nasıl olsa, Abdülaziz Bayındır ve Mustafa İslamoğlu, bu işleri kaldıracak güç ve teşkilata sahip...

.

Raşit Anaral, dikGAZETE.com

YAZARIN DİĞER YAZILARI