?>

Kadim Türkçe için taşın altına elini koyan kalmadı

Raşit Anaral

5 yıl önce

Tarihini, kültürünü, vatanını seven ve düşünen herkesin kadim Türkçe konusunda çaba harcaması lazım...

Zira gün geçtikçe lisanımızla birlikte insanımızı da kaybediyoruz... 

Şu anda Türkiye’mizde yaşanan en ciddi ve önemli olayın, dil konusu olmasının hâlâ farkında değiliz. 

Vatanını seven ve bu ülkenin istikbalini düşünen bütün Türk vatandaşlarının “TDK’nin yanlış dil politikası”na acilen karşı çıkması gerekiyor?!

Japonlar, binlerce yıl önceki kitabını okurken bizler daha 40-50 sene önceki kitaplarımızı bile okuyamaz hale geldik… 

Ne yazık ki “tasfiyecilik” yoluyla yazı dilimizden yaklaşık 50 bin kelime tırpanlanmış ve çöpe atılmıştır…

Konuşma dilimiz ise yaklaşık dört bin - beş bin kelimeye kadar ulaşmışken, şimdilerde yaklaşık 200-300 kelimeye kadar düşmüşüz. Artık meramımızı bile tam olarak ifade edemez hale geldik... 

Dilimizi birileri sinsice ve fütursuzca değiştiriyor; bizler de seyrediyoruz... 

Ne yazık ki “atı alan, Üsküdar’ı geçti”  bile!..

Kadim dilimizdeki bu olumsuz gelişmelerin sebeplerini acilen düşünmek zorundayız... 

Dil, bir toplumun duygu, düşünce ve ifade sistemlerinin bütününü kendi bünyesinde barındırmaktadır.

İletişimin temel taşı olan dil, bizleri birbirimize bağlayan, hayatımızın bütün parçalarını bünyesinde muhafaza eden, tarihimizi ve kültürümüzü yarınlara taşıyan bir niteliğe sahiptir.

Ülkemizin sosyokültürel yapısının yeni nesillere aktarılması ve geçmişle gelecek arasındaki kesintisiz bir köprünün oluşturulması dille mümkün olabilmektedir. 

Sürekli değişen dillere büyük eserler emanet edilemez... 

Yazılı bütün eserlerin kaybolmadan, gelecek nesillere ulaştırılabilmesi, kadim dilimizin muhafaza edilmesine bağlıdır... 

Lisanımız, aynı zamanda müstakbel toplumumuzda millet bilincinin oluşmasının yegane mihenk taşıdır...

Ne yazık ki dilimizin zayıflamasına yol açan,  “mevcut kelimeleri unutturmak ve yeni uyduruk kelimeler icat etmek” dilimize aşırı zarar vermiştir... 

Ben bir yazar ve yönetmen olarak, sorumluluğum gereği TDK’nin yanlış uygulamalarına karşı çıkıyorum… 

Neden karşı çıktığımı da açıkça sebepleriyle, somut olarak ortaya koyuyorum…

Şimdiye kadar dil konusunda, televizyon konuşmaları yaptım; bazı illerde akademik sunumlarım da oldu, sosyal medyada da birçok yazılar yazdım ve internet gazetelerinde bu konuda makalelerim yayınlandı... 

Bir nevi toplumumuza tercümanlık etmiş oldum... 

Şimdiye kadar dil konusunda ortaya koymuş olduğum fikirlere, hiçbir ciddi itirazın gelmediğine de şahit oldum... Çünkü örnekleriyle ortaya koyduğum lisan manifestosu, dilbiliminin kurallarına uygun, objektif ve rasyonel bir mantık taşımaktaydı!..

Bizler bir dil uzmanı değiliz, bu yanlış dil politikasını başlatanlar da  dil uzmanı değildi… Ancak 1932’den itibaren -bu konuda uzman olan- münevver insanlarımızın çoğunun, dil politikasındaki tasfiyecilik ve de ısmarlama kelime üretimine karşı çıktığını biliyoruz…

Bu sağduyu sahibi münevver ve cesur insanlar, dile yapılan gayritabiî uygulamaların dil bilimine de Türkçe gramerine de aykırı olduğunu ısrarla söylemektedir… 

TDK’den uzaklaştırılan vatansever ve sağduyu sahibi uzmanlar da mücadelelerini uzun bir müddet dışarıdan devam ettirmişlerdir… 

Bu fedakâr münevverlerimiz, İktidarın her türlü resmi ve gayri resmi baskısına rağmen bu karşı çıkışı ömürlerinin sonuna kadar devam ettirmişlerdir… 

Vakarlı ve gerçek münevverlerimiz olan bu değerli insanlardan Allah razı olsun. 

Bu cesur ve liyakat sahibi ehliyetli insanlarımızın birçoğu ne yazık ki vefat etmiştir… 

Bu yüzden, bu dava öksüz ve sahipsiz kalmıştır. 

Vefat eden sağduyu sahibi, cesur ve fedakâr insanlara, Allah’tan rahmet diliyoruz... 

Müstakbel kitapçığımızda cesur çıkışlarıyla bizlere öncülük yapan bu gerçek münevver insanların düşüncelerine geniş yer verilmiştir.

Günümüzdeki aydın kadrolarında yer almayı becerebilen insanlara gelince, bunların çoğunluğunun bilgi seviyelerinin yetersiz ve ferdi çıkarlar istikametinde faaliyet gösteren pragmatist bir davranış sergilediklerine şahit oluyoruz…

Ne yazık ki muhafazakâr geçinen günümüzdeki münevverlerimizin birçoğu, rehavet ve gaflet içindedir ve de dil müsabakalarından kendi rızalarıyla geri çekilmişlerdir… 

Garip olan ise, sadece geri çekilmekle kalmamış, uyduruk kelimeleri yaymada da gönüllü birer aracı olmuşlardır… 

Aynı zamanda, muhafazakâr kuruluşlarda da dille ilgili bir ciddiyet ve de hassasiyeti göremedik…

Filhakika muhafazakâr kesimin, uyduruk ve suni kelimeleri olan, “koşul, olanak, olasılık, yaşam, gereksinim, anımsamak, yanıt” gibi kelimeleri yaygınlaştırma gayretleri ise bizleri hayli şaşırtmış ve üzmüştür

Oysa bizler, solcu ve ulusalcılara ait bu anlayışı kabul etmediğimiz gibi, 1975’den beri milletimize özgü kadim ve tabii konuşulan gerçek dilimizi savunmaya devam etmiştik…

O zamanlar muhafazakârlardan hiç kimse bu tarz uyduruk kelimeleri ne kullanırdı ne de kabul ederdi!.. 

Bizler “dava” diye savunduğumuz her değeri, dil konusunda da sürdüren gafletten uzak, son insanlardık...

Biz biliyorduk ki kullanılan dil, davanın diğer unsurlarından çok daha önemli temel bir özellik taşıyordu.

Şu anda muhafazakâr kesim olarak, maalesef bu hassasiyeti gösteremiyoruz. 

Sadece toplum değil, özel ve resmi kurumlar da lisan konusunda sınıfta kalmıştır… 

Kurumların yazışmalarına baktığımızda uyduruk bu kelimelerin yaygın hale geldiğini görüyoruz...

TDK politikalarının aleti haline gelen kurumlar, yazışmalarında bir nevi şablonlaşmış standartların kopyacılığını yapmaktan kurtulamıyorlar.

Özellikle solcu ve ulusalcı kesimlerin çabalarıyla yürütülen uydurma dil politikalarına, muhafazakâr siyasilerin de sahip çıkması, umutlarımızı boşa çıkaran ve de bardağı taşıran son damlalar olmuştur…

Seçtiğimiz hükümet mensupları tarafından benimsenen ve yaygınlaştırılan uyduruk kelimeler, geleceğe dair bütün umutlarımızı da tüketmiştir… 

Toplumumuz için bu kadar önemli olan lisan konusunun aynı fikirleri savunduğumuz siyasiler tarafından ıskalanmış olması da büyük bir gaflet.

YÖNETİCİLERİMİZE ULAŞMAK DA ÇOK ZORLAŞTI

Bakanlarımızın, milletvekillerimizin bu uyduruk kelimeleri kullanmalarını hayretle takip ediyor ve üzülüyoruz...

Ne yazık ki zamanın başbakanına resmi dil politikasının olumsuzluklarını ulaştırmak istediğimiz halde bunu bir türlü başaramadık…

Eski dostlarımızdan bir kısmı milletvekili, bir kısmı da siyasilere danışman oldu…

Buna rağmen, bakan ve başbakanlarımıza ulaşamadık. 

Ya ciddiye alınmadık ya da kendilerine özgü bu zât-ı muhteremler, bizleri boşuna oyaladılar ve zamanımızı da boşa harcama vebaline girdiler.

Oysa bu iş şahsi işimiz değil, Türk Milletinin önemli bir meselesiydi...

Başbakanlık İletişim Merkezi” (başbakanlıkla birlikte kaldırılmıştır) başbakanlığa direk ulaşmak için en son çareydi… 

Ne yazık ki “BİMER” sitesinde de iletişim biraz daha zorlaştırılmıştı…

BİMER İnternet Sitesinde yapılan yenilikler sebebiyle TC. Numarası yetmemiş, bir de “analık kızlık soyadı” engeli konulmuştu…

Başbakanımıza yazı yazmak için neden böyle bir gereksiz korumaya ihtiyaç duyulduğunu bir türlü anlayamadık… 

TC kimlik numaramız, niçin başbakana ya da cumhurbaşkanına ulaşırken yetmiyordu? 

İnternet” gibi fiziki bir yakınlığın söz konusu olmadığı bu ortamda, aşırı güvenliğe ne gerek vardı? 

Pratikte vatandaşın yöneticilere ulaşımının biraz daha zorlaştırılmasının kimin işine yaradığının mantığını da anlamış değiliz…

Ne yazık ki ben bu “Analık kızlık soyadı” engelini çeşitli sebepler yüzünden bir türlü aşamadım…

Benim, “Çocuk Esirgeme Kurumu” gibi şansız bir başlangıcım olduğu için annemin kızlık soyadını bilmediğimden dolayı bir türlü bu istinat duvarlarını aşamıyorum... 

Her bankada da başka bir analık kızlık soyadım olması, benim işlerimi hep karıştırmama sebep olmuştur...

Daha önceki başbakanımıza da mektupla şikayette bulunmuştum…

TDK’yi açıkça uzun uzun örnekler vererek, şikayet etmiştim... 

Ne yazık ki beklentimiz o zaman da gerçekleşemedi... 

Başbakanlık, bu yazımızın cevabı için TDK’yi incelemek yerine, yazımızı, şikayet edilen kuruma göndermişti!..

Daha sonra gelen son başbakanımıza da danışmanı tarafından dil kitapçığını gönderdim... 

Hiçbir cevap alamadım. 

Üstelik danışmanımıza durumu sormak istememe rağmen telefonlarıma cevap vermemesi, bana pek de sürpriz gelmemişti... 

Nedense makam işgal edenlerin çoğunun alışkanlıkları ne yazık ki böyleydi…

Telefonlara cevap vermemenin anlamı neydi?

Aynı zamanda bu tür davranışlar ne derece ahlâkîydi? 

Bu önem verdiğimiz lisan konusunda, ya danışman bizi oyaladı, emaneti ulaştırmadı ya da başbakanımız ilgilenmedi...

Son olarak bu kitapçığımızı en tepedeki yöneticimize göndermeye karar verdik... 

Dil hakkında daha da genişlettiğimiz kitapçığımızı, 06 Kasım 2018 tarih ve “KP02170702753” posta koduyla Cumhurbaşkanımıza (Külliye’ye)  gönderdik; yine cevap alamadık... 

Bu durumu araştırmak için yaptığımız çalışmalar da hep boşa çıktı…

Başkanlık” sisteminin gelmesiyle, “başbakanlık” kaldırıldı…

Başkanlıkla iletişim için ise “CİMER” adlı iletişim sitesi kurulmuştu…

Girişimlerimize rağmen başkanlıkla iletişim sağlamaya da muvaffak olamadık!.. 

CİMER’de de “analık kızlık soyadı” ne yazık ki hâlâ devam ediyor…

Kısacası yaklaşık iki senedir Külliye‘den de herhangi bir cevap alamadık. 

Böylece en üst yöneticimize de ulaşmayı bizler bir türlü başaramadık ya da aracılar engelledi!..

Yüz yüze görüşebildiğimiz makam sahipleri de bizlere hak verdiklerini söyledikleri halde, “çay ısmarlamak” gibi bir nezaketten öteye gidememişlerdi… 

Ne yazık ki makam sahiplerinin çoğu da maslahatlarını koruma peşindeydiler.

Bu yüzden, cesaret edip de -faydalı da olsa- üstlerine aykırı düşecek bir çalışma yapamıyorlardı...

CUMHURBAŞKANLIĞI KÜLTÜR VE SANAT KURULU’NDAN  DOKTORLARIMIZA TÜRKÇE İKAZI!..

Bu kurulun varlığını ve kimlerden oluştuğunu Anadolu Ajansı’nın 20 Nisan 2020 tarihinde verdiği haberle öğrenmiş olduk…

Bu haberde, Türkçe konusunda hassasiyet gösteren bu kurul, sağlıkta çalışan bilim insanlarımıza önce teşekkür ediyor, sonra da onların sosyal medya ve televizyonda nasıl konuşacaklarını nazikçe söylüyordu: 

“Pek çok hekim ve bilim insanının gerek  iletişim vasıtaları, gerekse sosyal medya aracılığıyla yaptıkları bilgilendirme görevi en az hastane hizmetleri kadar değerli ve önemlidir.

Öte yandan insanımızın sağlıklı bir beden kadar sağlıklı bir kültür ortamına da ihtiyacı olduğu aşikardır. Bu vesileyle bilhassa iletişim vasıtaları dolayısıyla salgın ve “koronavirüs” konusunda bedensel sağlığımıza yönelik konuşma ve tavsiyeleriyle bizleri aydınlatan hekimlerimiz ve bilim insanlarımızdan -binlerce şükranımızı yineleyerek- kültürel sağlığımız söz konusu olduğunda da güzel dilimizin imkanlarını kullanmalarını, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu adına hassaten rica ediyor, konuya ilişkin lügatçeyi saygıyla sunuyoruz."

Kültür Kurulu, hekimlerimizin hangi kelimeleri konuşacaklarını da tek tek belirtiyor...

Çok yazık!..

Üstelik saygı duyduğum bazı kişilerin de bu kurulda yer alması, beni bir hayli üzmüştür...

Ne yazık ki ulus devletlerin sıkıntısı da bu, önüne gelen her şeyi -bilime uygunluğuna bakmadan- kendi icat ettiği gibi topluma kabul ettirmek ya da dayatmak!.. 

Bu kurulun yaptığı davranış, sadece tıpta çalışan insanlarımıza saygısızlıkla kalmıyor, dilbilimine de aykırı bir davranış sergilemiş oluyor... 

Terimleri değiştirmek gibi bir eylemde bulunmak, dilbilimine aykırı olduğu gibi, evrensel terimlerden de uzaklaşmak anlamına geliyor…

Aslında dünyamızdaki evrensel terimlerin ortak kullanılması, hem bilim adamlarımız için hem kendi insanımız için önemli... 

Türk insanının birkaç kelime evrensel terim öğrenmesinin ve kendi evrensel bilgisini artırmasının kime ne zararı olabilir ki!..

LİSAN KONUSUNDA NELER YAPABİLİRDİK?

Yaş 70’i geçti ve artık yorulduk... 

Lisan meselesi, vazgeçilemeyecek kadar bu ülkenin acil ve önemli bir problemi, bu işten vazgeçemezdik… 

Bu bir sorumluluk ve vebal meselesi olmuştu… 

Lisan konusunu günümüzde dile getiren çok az kişi kalmıştı… Ancak bu değerli insanların yeterince seslerini duyuramadıkları da bir gerçekti…

Bizler de en bağımsız yolun kimseye muhtaç olmadan kamuoyuna duyurmak ve farkındalık oluşturmak olduğuna karar verdik… 

Bu duyurumuz, televizyonlarda da istenildiği gibi yapılamazdı, çünkü televizyonların hepsi tamamen sıkı bir denetim altındaydı... 

RTÜK” ve “TDK” zaten İş Birliği yapmıştı... 

RTÜK’ün Türkçe politikası da TDK’den farklı değildi...  

Bu yüzden televizyonların tam bağımsız konuşmalara yer vermeleri de zaten söz konusu olamazdı. 

Kuş diliyle konuşmak ise bizim ilkelerimize uymuyordu...

DİL KONUSUNDA SOSYAL MEDYA MACERAMIZ

Etkili ve yetkili makam sahipleri ve de siyasiler, sosyal medyada ön plana çıkan konularla yakından ilgilenmek zorundaydılar. 

Bizler de sosyal medyayı kullanmalıydık… 

En azından belki birileri çıkıp, bu işin çok önemli olduğunu fark ederler ve de bizimle birlikte bu önemli mücadeleye destek verebilirlerdi. 

Ne yazık ki bu işte hiç de umduğumuz gibi olmadı, herkes enerjisini öncelikle ferdi çıkarlarına tahsis etmişti… 

Umudumuz iyice kırılmıştı… 

Bu işi ciddiye alan insan bulamamıştık… 

Biz yine de binlerce kişiye bir şekilde ulaşmaya ve ikna etmeye karar verdik. 

Olsun, bin kişi içinde çıkacak birkaç insan bile bizim için çok önemliydi… 

Üstelik biz elimizden geleni yapmış oluyorduk, gerisi diğer insanların sorumluluğu ve tercihiydi…

Bize düşen, sebeplerle uğraşmaktı, sonuçları tayin eden ise biz değildik!.. 

Sosyal medyayı kullanmamıza rağmen yeterince beklediğimiz katılımı sağlayamadık… Çünkü “Twitter”de yeterince uzun yazamıyoruz, “Instagram” ise resim ağırlıklı; “Facebook”da ise uzun yazıları okuyan yoktu; aynı zamanda yazılarımız bir anda yok olup gidiyordu!.. 

Bu tür sınırlı bir medyada kahve ve çaylarını yudumlayanlar tarafından kolaycılığa kaçarak, ancak bir beğeni alabiliyorsunuz… 

Ama kimse paylaşmıyordu ve de elini taşın altına da koyan yoktu...

Sanki sahneye çıkmışız da alkış isteyen biriymişiz gibi “beğeni” butonuna basılması, doğrusu hislerimize de amacımıza da tercüman olmuyordu. 

Yine de bu tembelce ve nezaketen onaylanan “beğenme” olayına, mansiyon almış kadar seviniyorduk...

Sosyal medyada, ciddi olarak ve istikrarlı bir şekilde bir konunun üzerine gidilebildiğinde, toplum üzerinde ve televizyonlarda etkisi büyük olabiliyordu…

Aynı zamanda siyasiler üzerinde de etkili olabiliyordu... 

Ancak bu tür olağanüstü patlamalar, çok istisnai oluyordu.

Sosyal medyanın konuları da fonksiyonları da çok farklı.

Instagram” ve “Facebook”da sürekli olarak kendi resimlerini yayınlayarak tatmin arayanlar veya fikirden çok, eğlence, satış ve ideolojiyi hedefleyenlerin önemli kültürel konulara aracılık etmesi düşünülemezdi...

Zaten çoğu insanın ciddi bir kültürel derdi de yoktu... 

Buna rağmen İnternet’te -az da olsa- ciddi makalelere yer veren sitelerin olması ve bağımsızca fikirlerin yayınlanmasına imkan hazırlanması da sevindirici olmaktadır.

Özellikle internet gazetelerinden beklentimiz de farklıydı.  

İnsanın ülkesi ve dünya için kendi ideolojilerini aşan evrensel projeleri olması ve de bu tür projelere gazetelerin destek olması gerekiyordu!.. 

Ne yazık ki gazetedeki yazılarımıza rağmen, senelerce emek harcadığımız dil konusunda bizleri arayan veya bu konuda fikir yürüten kişilere rastlayamadık...

Nedense insanlarımız, başkasının ölümüne bile kendi baş ağrısı kadar hassasiyet gösteremiyor… 

Muhafazakar zengin kesimden de elini taşın altına koyarak, bu dil manifestosu kitapçığının basılmasına mali olarak yardım edene de rastlayamadım ya da bizler derdimizi yeterince herkese duyuramadık...

Dil meselesinin ne kadar önemli olduğunu her şeye rağmen sosyal medyada - imkânlarımız kadar- bir şekilde duyurup, dikkat çekmeye devam ediyoruz… 

Allah, ömür verdiği müddetçe gidebildiğimiz yere kadar gideceğiz… Vesselam.

Naçizane internette çok okunan iki gazetede haftalık yazı da yazıyoruz;  makalelerimizle biraz olsun sesimizi insanlarımıza duyurabildik…

Yetkililerin bunları okuduklarını da pek sanmıyorum… 

Yoksa dönüş yapabilirlerdi…

Belki de danışmaları okuyor, kişisel hiçbir fayda görmedikleri için hasır altı yapıyorlardır. 

Kim bilir, belki de bizleri ciddiye almıyorlardır ya da konuyu önemsemiyorlar...

KİTAP YAZMAK ZORUNDAYDIK

Dil konusu, kısa spotlar veya yazılarla izah edilebilecek bir mesele değil. 

İnsanların konuyu çok iyi anlaması ve bizimle birlikte mücadeleye katılmasını sağlamak için geniş örnek ve dokümanların verilmesi ve uyarının öneminin belirtilmesi gerekiyordu. 

Kısacası Lisan konusu, geniş muhtevasıyla ortaya konulmalıydı...

Bu yüzden kadim dilimizle ilgili mesajlarımızın, örnek ve ikazlarımızın bir kitapçıkla sunulmasının daha kolay ve de daha etkili olacağını düşündük…

Üstelik bağımsız bir kitapçığın kolayca her yere ulaşması daha doğru bir yaklaşım olacaktı… 

Kitap basmak ve de dağıtmak, tabiî ki bir maliyet konusuydu… 

Üstelik bu kitabın ücretsiz dağıtılması, işlerimizi epey zorlaştırmış olacaktı… 

Hem senelerdir emeğimizi harcayıp, hem sermaye yatırmak çok da kolay bir iş değildi… 

Ayrıca maliyeti karşılayacak mali gücümüz de yoktu…

Dilimize vefa göstermeyi bir görev olarak üstlendik ve bu konu için dört seneye yakın bir mesai yaptık…

Dil konusu, bana göre vatan toprağı kadar önemlidir. 

Necip Fazıl’ın dediği gibi, dil, vatandır, dil, insandır, dil, kâinattır… 

Biz de bu kadar önemli konunun sahipliğini yapacak insanların yeterince kalmadığını gördüğümüz için sahipsiz ve öksüz kalan bu konuya omuz vermek istedik…

Önceleri lisan meselesini daha geniş ve evrensel bir bakış açısından ele almak istedik; oysa sonradan konumuzun, dikkat çekmek istediğimiz noktadan uzaklaşacağını ve başka bir gündeme dönüşeceğini fark ederek, bu tür akademik bir çalışmadan vazgeçtik...

Herkesin bu kitapçıktan kolay okuyup, faydalanması için mümkün mertebe Fonetik, Morfoloji, Etimoloji, Sentaks, Semantik, Diyalektoloji, Leksikoloji, Onomastik, Semiyoloji gibi dil bilimlerine ait akademik terim ve içeriklerini çok az kullanmaya çalıştık.

Çünkü bazı bilim dalları, bizim araştırmamıza fayda sağladığı halde, okuyucuyu çok fazla ilgilendirmiyordu…

Ve de özellikle Türkçe’nin başlangıcıyla ilgili çalışmaları bile şimdilik arşiv olarak bırakmayı uygun gördük.

Kitabımızın akademik ve hacimli olmasının daha iyi olacağı düşünülse bile bizleri yapmak istediğimiz amacın dışına itmiş olacaktı. 

Çünkü bizim derdimiz, akademik dil tartışmalarından çok, Türkçe dilinin zayıflamasını önlemek ve Türkçe kelimelerin çöpe atılmasını önleyerek,  “Türkçemizin dünyada zengin bir dil olarak” ilk sıralarda yer almasını sağlama mücadelesidir…

Şayet hacimli ve akademik bir kitap ortaya çıkarmış olsaydık, ortaya koymak istediğimiz “dil değişikliği” tehlikesine dikkat çekemeyecek ve meselemiz tam olarak anlaşılmayacak, asıl vermek istediğimiz mesajlar da boğulmuş ve de karambole gelmiş olacaktı…

Aynı zamanda dil bilimine ait akademik bir kitap yapacak olsaydık, belli disiplin ve alt dalların madde başlıkları bile otuz maddeden daha fazla olacaktı… 

Zira her madde, zaten bir kitap özelliği taşıdığı için bu tür bir yaklaşımdan vazgeçmiş olduk…

Yine de bu müstakbel kitapçığımız için uzun bir zamanda çok kapsamlı bilgiler toplayabildik.

Bu kitapçıkta tasfiyecilik ve uydurma kelimelerin Türkiye’ye ve Türkçe’ye nasıl zarar verdiğini anlatmaya çalışacağız...

Bu kitapçığımızda Türkiye, Türk cumhuriyetleri ve İslam topluluklarının yakınlaşmasına verilen zararlara da değinmekteyiz.

Bu yazmış olduğumuz kitap, dilimize yapılan ihaneti geniş uzman görüşleri ve misalleriyle ortaya koymuştur…

TDK’nin şimdiye kadar konuşma dilinden yaklaşık beş bin kelime ve de yazı dilinden elli bin kelimeyi çöpe attığını biliyoruz… 

Biz, konuşma diliyle ilgili şimdilik iki bin altı yüz otuz sekiz (2.638)  kelimenin değiştirilerek ve de unutturularak çöpe atıldığını somut olarak bu kitapçıkta tablo halinde verebildik…

Günlük konuşmaların iki yüz - üç yüz kelimeye kadar düşürüldüğü günümüzde, TDK tarafından Türkçemize ne kadar büyük bir darbenin vurulduğu açıkça ortaya konmaktadır.

Bu kitapçığın, her eğitim seviyesindeki insanın kolayca okuyup, anlayacağı ve düşüneceği bir kitapçık olacağından hiç kuşkumuz yoktur…

Gerisi aziz Türk milletinin takdirine kalmıştır…

İnşallah, bu çalışmamız hayırlara vesile olur… 

Vesselam…

.

Raşit Anaral, dikGAZETE.com

YAZARIN DİĞER YAZILARI