İSRAİL’İN NASRALLAH SUİKASTI VE YENİ DÖNEM
İsrail işgal güçleri, Filistin direnişine ciddi şekilde destek sağlayan ve İsrail ordusunun hem fiziksel hem de mental olarak bölünmesine neden olan Hizbullah’a düzenlediği saldırılara 27 Eylül Cuma günü bir yenisini daha ekledi.
Geçtiğimiz Cuma günü düzenlenen saldırıda Hizbullah’ın efsanevi lideri Hasan Nasrallah ilk hedefti. Hizbullah’ın komuta kademesini, son haftalarda düzenlediği operasyonlarla katleden İsrail, bu kez istihbarat organizasyonunu bir nebze daha öteye taşıyarak nokta saldırılara başladı. BM Genel Kurulu’nda İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, dünyaya İsrail’in dost ve düşmanlarını tanıtırken, İsrail istihbaratı, Netanyahu’dan gelecek emri beklemekteydi.
İnsan hakları savunucusu, dünyaya nizam sağlayacak kurumun; BM’nin lobilerinden Nasrallah’ın öldürülmesi emri verildi. Gerek alt kolları gerekse söz sahibi ülkelerin veto yetkisinin tekellerde toplanması nedeniyle eleştirilen yapıyı, Netanyahu’nun suikast emriyle, toplum-mekan ilişkisi çerçevesinde ele almak mümkün olacaktır.
Süreci İran’ın suikastlara verdiği cevaplar üzerinden irdelemek gerekirse, “stratejik sabır” seçeneğinin dış politika üzerinde etkili olduğu aktarılabilmektedir. İran, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü eski komutanı Kasım Süleymani’ye düzenlenen suikasttan sonra, iç dinamiklerini konsolide etmek ve uluslararası alanda prestijini koruma bağlamında ABD’nin üslerini vurdu. İran medyası ve farklı kaynaklar, zaiyatı tanımlarken, net olan bilanço; ABD’nin vurulabilir olduğunun anlaşılmasıdır.
İran’ın önemli isimlerinin ve bazı bölgelerdeki diplomatik misyonlarının vurulması aslında 7 Ekim sürecinin birbirinden bağımsız olmadığını gösteren fotoğrafın sunulmasını doğurmuştur.
İsrail’in, direniş ekseni olarak tabir edilen mekanizmayı sınır tanımadan hedef alması ve doğrudan ya da dolaylı sıcak çatışmaya İran’ı dahil etme niyeti, İran-küresel güçler savaşının bir parçası olarak değerlendirilebilir. Bu tespit hem direniş ekseni unsurlarının düşünce birliği hem de uluslararası ilişkiler boyutunun tartışılması bakımından üzerinden durulacak bir realitedir.
Stratejik sabır tavrından anlaşılan İran’ın bu süreci, en az kayıpla atlatma niyetinde olduğu iddiası saha gerçekleriyle karşılaştırıldığında örtüşen yönlerin olduğu görülebilmektedir. İran, göstereceği reaksiyon ile durağan pozisyonunu koruması arasında bölgeyi kritize etmektedir. Süreç, İran’ı ajandası dışına çıkmaya mecbur etse de İran, ihtiyatlı hareket ederek bölgeyi düşük çatışma sahalarına çekmek istemektedir. Bu seçenek, İranlı isimlerin ifadelerinden de açıkça anlaşılmaktadır.
Hizbullah lideri Nasrallah’ın katledilmesi ise bölgede daha çok dengelerin değişeceğine, küresel yapılar tarafından organize bir akılla hareket edildiğini ortaya koymaktadır. “Nasrallah’ın İran tarafından feda edildiği” iddiası saha motivasyonu ile uyumlu olmazken, batı medyasında dikkatle incelenmesi gereken noktalar mevcuttur. Batı medyası, Hamas’ın lideri İsmail Heniyye’nin katledilmesinin ardından yaptığı propaganda ile Hamas-İran arasında ciddi bir sorun teşkil ettiği algısını yaymak istedi.
Nasrallah suikastıyla aynı bilincin bir kez daha nüfuz ettiği görülmektedir. Batı medyası, Nasrallah’ın İranlı isimler tarafından İsrail’e sunulduğunu öne sürmektedirler. İddianın doğruluğu üzerinden ele alınacak bir bölge İran’ın teopolitik hareket sahasını imha noktasında bir sonucu oluşturur. Dolaylı olarak bu da İran’da rejim değişikliği anlamına gelmektedir.
İran’ın siyasi manevraları ve direniş ekseni ile yürüttüğü irtibata bakılırsa, mevcut durumun iddiadan öteye geçmediği açıklanabilmektedir. Çünkü DMO’dan üst düzey komutan Tuğgeneral Abbas Nilfuruşan da Nasrallah’a gerçekleştirilen saldırıda hayatını kaybetmiştir.
Nasrallah’ın Hizbullah’ı birlikte tutan liderlik vasfı geçmişteki stratejik eylemleriyle oluşurken, suikasta uğraması, yapının psikolojik noktada olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır.
Dikkate alınması gereken nokta ise Hizbullah’ın Nasrallah’ın intikamını almaya yönelik gerçekleştireceği eylemin, İran’ın stratejik sabır politikasıyla birleştiğidir. Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım yaptığı açıklamada öfke ile değil akılla hareket eden bir söylem dili oluşturmuştur. Nasrallah’ın halefi olarak görülen Seyyid Haşim Safiyuddin de “sahaya bakın” sözleriyle sürecin uzun olacağını dolayısıyla Hizbullah’ın kapasitesini hızlı bir şekilde tüketme niyetinde olmadığını ifade etmektedir.
Hizbullah hareketi, strateji gereği İran’ın ABD ile karşı karşıya gelmesini engellemek ve daha fazla kayıp vermemek için esnek tavrını devam ettirecektir. Perde arkasında savaşan güçlerin İran-ABD olduğu görülse de iki ülkenin içinde bulunacağı savaşın ismi henüz koyulmamıştır.
ABD, İran ile sıcak temasa girmekten kaçınırken, İsrail ile İran’ın hegemonyasının kırılması noktasında uzlaşmış görülmektedir. Süreci stabilize eden unsurlar, ABD seçim süreci, bölgenin yeni riskleri kaldıracak durumda olmayışının öngörüsüdür. Bahsedilen çatışma, farklı ülkelerin işin içine gireceği ve farklı cephelerde birbirlerini imha edecek ‘proxy’lerin varlığıyla geri durulan bir madde olarak ele alınmaktadır.
Netanyahu’nun BM’deki “nimet” ve “lanet” ülkeleri kodlaması, İsrail’in bölgedeki varlığının Abraham ve Yüzyılın Anlaşmalarından çok daha öte bir duruma taşıma niyetinde olduğunun göstergesidir. Netenyahu’nun “İran’a demokrasi götüreceğiz” açıklaması, devletler arası ilişkileri değil uluslararası ilişkileri tercih ettiğini ima etmektedir. Abraham anlaşmalarıyla Arap-Yahudi toplumu, teolojik boyutta birleştirilmek istenmiş, yeni bir paradigma ile bölge dizayn edilmeye çalışılmıştır. Netenyahu’nun ‘demokrasi’ söylemi; geçmişteki Pers-Yahudi ilişkisini yeniden ortaya çıkarma amacından bağımsız değildir.
“Yeni Düzen” operasyonu, 27 Eylül itibarıyla tarihe geçen büyük bir kırılmanın başlangıcı kabul edilebilir. Bölgede yeni bir fikir oluşturulmak istenecektir; “Silahsız İslam”. Bu süreci doğuran gerekçeler 7 Ekim ile ortaya çıkmamıştır, teknolojik, toplumsal ve siyasi dönüşümler inanç boyutunun küresel düşünce sistemine karşı tehdit olarak sunulmasını engellemeye yöneliktir.
Süreçte Neler Bekleniyor?..
İsrail, düzenlediği saldırılarla, Hizbullah üyelerinin iletişimine ve yönetici kadrosunun yapısına zarar vermiştir. İsrail, ciddi şekilde saldırılar gerçekleştirdiği Hizbullah’ın toparlanmasını beklemeden kara saldırısına başlayabilir. Lübnan’ın Litani Nehri’ni hedef seçen İsrail, tüm bunlarının motivasyonunu ‘devlet aklı’ kavramını oluşturan unsurlardan biri olan teolojiden almaktadır.
.
Mahmut Muslihan, dikGAZETE.com