İnsanoğlunun dünyayı ‘teşrif’ eylediği doğum gününden itibaren, hayatı mücadele içinde geçmekte. İslam esaslarına baktığımızda, bir uzvunun eksik veya işlevini tam olarak kullanamamak, kişinin hayata bakış açısını değiştirmiyor.
Yaşayan ve düşünen canlı bir varlık olarak her anımız, hayat sorumluluğumuzu tam manasıyla idrak etmekle mümkün.
"Mutluluğun sırrı, alıp verdiğimiz nefesin kıymetinin bilindiği derecesindedir…" sözüne sadık kalmakla, insanoğlunun Allah katında mükemmelliğe erişme süreci ‘takva’ ve ‘güzel ahlaktır’ gerçeğini idrak etmek ve yaşantımıza uyarlamak, insanoğlunun önüne çıkan engellerin üstesinden gelmesi, diğer bir ifadeyle mutluluğun temel kaynağını oluşturacaktır…
‘İMAN EN BÜYÜK İMKÂNDIR’
Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kalpleri olsun? (Dolaştılar ama, ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hacc-46) buyuruyor.
Engelli veya engelsiz ayrımı yapmaksızın, yaşadığımız süre içerisinde ayakta kalmak, günlük hayatın içerisinde yer alma mücadelesi vermek önem taşımakta.
Bir de ‘ölü yaşama’ hadisesi var ki, Allah muhafaza. Cenab-ı Hakk buyuruyor ki “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik” (A’raf-179).
“Sizi elbette biraz korku, açlık ve biraz mallardan, canlardan ve meyvelerden eksilterek imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele” (Bakara-155)…
HAYATIN HER AŞAMASINDAYDILAR…
Tüm bu gerçekler ışığında, kimlerin nelerle dünya imtihanına tabi tutulduğunu düşündükçe, yaşadığımız her anın bizlere nasıl bir sorumluluk yüklediğini anlamakta zorluk çekmeyiz.
Bu da demek oluyor ki asıl engelliliğin, insanoğlunun kalp, akıl, ayak, göz gibi organların amacına yönelik kullanılamaması manası ortaya çıkıyor.
Asr-ı Saadet döneminde Allah’ın özel kulları engellilerin toplumla iç içe olması ve üstlendikleri görevlerden bunu görmemiz mümkün.
Uhud savaşında bir ayağını kaybetmesiyle ömür boyu topal kalan Abdurrahman b. Avf’ın Tebük seferinde imamlık yapması, ilk defa bir sahabinin ardında Hazreti Peygamber’in namaz kılması.
Yine Peygamberimizin önde gelen sahabilerinden ortopedik engelli Muâz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak görevlendirilmesi, bir başka örnek.
Görme engelli Abdullah b. Ümmi Mektûm, süreğen/ortopedik engelli Enes b. Mâlik, zihinsel engelli Büsr b. Ebî Ertât, sayısız engelli sahabilerden…
CAHİLİYEDEN ASR-I SAADET’E...
İslam anlayışının insanı sosyo-ekonomik veya beden yapısıyla değil de, kalbî ve ameliyle değerlendirmesi gerektiği vurgusu, engellilik hususundaki hassasiyeti ortaya koymakta.
Hayatın her aşamasında Allah’ın özel kullarıyla bir arada olmanın ötesinde bir düşünceye kapılmak, cehalete kapılmaktan başka bir manaya gelmemekte.
Peygamber Efendimizle birlikte, engellilere ikinci sınıf bakış açısı ve muamelenin cahiliye döneminde kaldığının, Asr-ı Saadet’le birlikte başladığını görmekteyiz.
Ahiret hayatındaki saadet kapısının anahtarını (Kur’an ve Sünnet) elde etmek ve uygulamalarla cehaleti yenmek, ebedi mutluluğa ermek demek.
Biz eğer, dünyadaki varoluş gayemizin ne olduğunu idrak edersek, işte o vakit, insanca yaşama ve etrafa da bu duygularla bakma becerisi sergilemiş oluruz.
Engelli, engelsiz tüm vatandaşlarla birlikte ‘dünya' olarak isimlendirilen ‘gemi’de, birlikte ‘ahiret’ yolculuğuna çıktığımız unutulmamalıdır.
Bu da demek oluyor ki, engelli-engelsiz ayrımı yapmaksızın hepimize bu yolculukta önemli sorumluluklar düşmekte.
Onların en başında, Müslüman olmamızın sorumluluğuyla, birbirimizi iyi tanıyıp ‘cehalet’ algısını yenmek, sonrasında ‘saadet’e ulaşma gayreti gelmekte…
.
Ahmet Gülümseyen, dikGAZETE.com
Twitter'da bizi takip edin: @ahmetgulumseyen , @dikgazete