Hasılat rekorları kırmış ve temposu hiç düşmeyen, sıkı filmlerden biridir Hız Tuzağı.
Orijinal ismi “Speed” olan bu filmi hatırlayanlarınız olacaktır.
Polisin peşinde olduğu sabıkalı bir bombacı, şehir merkezinde çalışan bir halk otobüsüne hızı 80 km’nin altına düşerse patlayacak şekilde bir bomba yerleştirir.
Genç bir polis memuru rolündeki Keanu Reeves, iki saat boyunca otobüsteki yolcuları kurtarmaya çalışır. Ehliyeti aşırı hız yüzünden elinden alınmış biri olan Sandra Bullock yolculardan biridir ve şoför koltuğuna geçerek ona yardım etmek zorunda kalır.
“Spoiler” vermeden kısaca özetlemeye çalıştığımız bu filmde, otobüs yavaşlarsa bir bombanın patlaması, yavaşlamazsa bir yere çarpması söz konusu.
Kahramanlarımız elbette olumsuz ihtimalleri devre dışı bırakmayı başarıyorlar çoğu “Hollywood” filminde olduğu gibi.
İçinde bulunduğumuz çağda hayatı yaşama biçimimiz tam da bu filmdeki otobüsü hatırlatıyor.
Biz de, burnumuzun dibindeki gerçekleri ya da güzellikleri göremeyecek kadar hızlı yaşamak zorundaymışız gibi hissettiren bir hız tuzağına düşmüş gibiyiz.
Yavaşlarsak gücümüzü kaybetmekten, yarışmadan elenmekten ve başkasında olan şeylerin bizde olmamasından korkar hale gelmişiz.
Eşyalara olan uyuşturucu düzeyindeki bağımlılığımız, hız tuzağına yaptığı katkı nedeniyle bombacıların istediği bir durum olsa gerek.
Günlerimizin koşuşturma içerisinde geçmesini, ihtiyacımız olmasa da satın alacak kadar hırslı olmamızı, bir arabadan, bir kıyafetten, bir yiyecekten, bir koltuktan haz almamızı bir zorunluluk olarak dayatıyorlar.
Dondurma ve araba reklamlarında kullanılan kadın ve erkekler, duyacağımız o müthiş hazzın doruklarına davet ediyorlar bizi.
Bilinçaltımıza sinsice işlenen bir telkin bu: “Eşyayı sev İnsanı kullan”.
Oysa çok değerli mütefekkirimiz Cemil Meriç tam da bu konuda bizi yıllar öncesinden uyarıyor:
“İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni, eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmalarıdır.”
İstisnasız hepimiz, zamanın çok hızlı aktığından dem vururuz.
“Bunca yıl ne çabuk geçti, sanki daha dün gibi, bu çocuklar ne ara bu kadar büyüdü” gibi sorular hepimizin gündeminde.
Aziz Mahmut Hüdai hazretleri, bu durumu bir şiirinde “Günler gelip geçmekteler, kuşlar gibi uçmaktalar” diyerek çok güzel ifade ediyor.
Çocuklarımız biz onların büyümesine şahit olamadan büyüyorlar, çevremizdeki güzelliklerin, sahip olduğumuz gerçek zenginliğin farkına varamıyoruz.
Hızlı trendeki yolcu misali, pek bir şey göremeden geçiyor yolculuğumuz.
Hayatımızda önemli şeyleri görebilmek için bazen yavaşlamak gerekiyor.
Hız tuzağı da bunun için kuruluyor; gözümüzün önünde cereyan eden bazı gerçekleri biz fark etmeyelim diye..
Bu durumu, psikoloji alanında bir klasik haline gelmiş olan “Görünmez Goril Deneyi” çok net ortaya koymaktadır.
Bu deney, bundan haberi olmayanlar için oldukça şaşırtıcıdır. Aslında çevremizde olup bitenlere karşı ne kadar kör olduğumuzu çok çarpıcı bir şekilde kanıtlar.
Deneyde size bir video izletiliyor.
Videoda beyaz tişört giymiş ve siyah tişört giymiş iki takım birbirine top atıyorlar.
Sizden beyaz tişörtlülerin birbirine kaç kez top attığını saymanızı istiyorlar.
Siz atılan bu topları sayarken takımların ortasından kapkara ve insan boyunda bir goril geçiyor.
Fakat deneye katılanlardan çoğunun göremediği gibi büyük ihtimalle siz de bu gorili göremiyorsunuz.
Nobel ödülü de almış olan ve internette bulabileceğiniz bu deneyi, haberi olmayanlara yapmanızı tavsiye ediyorum.
Muhtemelen sonuca karşı çıkacaklar ve “bir goril geçse mutlaka görürdük” diyecekler.
Tekrar izlettiğinizde ise, ayan beyan bir şekilde oradan geçen bir gorili nasıl göremediklerine çok şaşıracaklar.
“Bombacılar” da bu goril deneyinde olduğu gibi bize hiç çaktırmadan, önce şişmanlatan sonra zayıflatan, sonra hasta eden ve ilaca mahkum eden ve onlara çok kazandıran bir düzeneği hayatımıza yerleştirmişler.
Üstelik her gün binlerce insanın açlıktan öldüğü bir zamanda, onlar adeta tokluktan ölümlerin gerçekleşmesi için ne gerekirse yapmışlar.
Kabul edelim ki, çok çalışıyorlar ve kazanıyorlar.
Pandemi süreci devam ediyor ve bu süreçte servetini katlayanların kimler olduğu herkesin malumu.
Mevcut salgın hastalığın da “önce hasta et sonra aşı sat” anlayışının bir sonucu olduğuna yönelik iddialar gülüp geçilecek cinsten değil.
Üstelik şu ana kadar bağışıklık sistemimizi güçlendirmenin en iyi korunma yolu olduğuna yönelik güçlü açıklamalara, toplumu bu konuda bilinçlendirecek ve destekleyecek bir seferberliğe şahit olamadık.
Pandemi sürecinde dikkatimizi çeken bir farklılık var: Dünyadaki kaynakların azalması ya da tüketim çılgınlığının doğanın dengesini fena bozması nedeni ile olsa gerek, kanaatimizce bombacılar, düzenekte bir değişiklik yaptılar.
Artık “daha fazla çalış, daha fazla tüket, daha fazla eşya-mal satın al” gibi söylemler yerini, yavaş yavaş “az tüket, az çalış, evde kal, evden okul oku, evden sinema izle, hayat eve sığar” söylemlerine bırakmış durumda.
Hatta bazı teorisyenlere göre birkaç yıla kadar para sistemi de dahil tamamen dijital bir hayat gündeme gelecek ve mülkiyet edinmek kavramı bile tarihe karışacak.
Henüz anlatılması da anlaması da çok güç bir kavram olan “BLOCK CHAİN - BLOK ZİNCİR” teknolojisi ile her şey internette kayıtlı olacak.
Kayıtlı olmayan şey yok hükmünde olacak.
Milyarlarca işsiz, kendilerine verilen sus payı ile hayatını asgari ölçülerde devam ettirecek.
Dijital hayatta sinemaya, tiyatroya, maça, okula, işe gitmek gibi kavramlar da olmayacak.
Bütün bunlara rağmen hayat yine çok hızlı akacak ve hız tuzağı devam edecektir.
Bunun için en çok kullandıkları malzemeler olan, diziler, filmler, maçlar ve eğlence programları hiçbir şey olmamış gibi artarak devam ediyor.
2020 yılında ‘Pandemi’ye rağmen sadece ülkemizde 50 adet yeni dizinin çekimine başlanmış. 50 tanesi de devam eden olmak üzere toplam 100 dizi.
Hiçbir tutar yanı olmayan diziler, anlaşılamayacak derecede tutabiliyor.
Yüzlerce bölüm devam edebiliyor ve zamanımızın hızla akmasına, dolayısı ile hız tuzağına katkı sağlıyor. Aynı süreyi, gençler en azından bir yabancı dili öğrenmek ve eğitici videoları izlemek için değerlendirebilirler.
“Gün doğmadan neler doğar” sözü her zaman geçerli.
“Tuzaklar mutlaka başarıya ulaşacak” diye bir kaide yok.
Ümidimizi kaybetmeyelim; “Şüphesiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”
Fakat bundan sonra aynı yanlışa devam etmemeyi; eşyaları değil insanları sevmeyi, neler kaçırdığımızı görmek için yavaşlamayı, zamanımızı iyi kullanmayı ve dikkatimizden kaçırılmaya çalışılan gerçekleri fark edebilmeyi de başarmak zorundayız.
Zorundayız çünkü;
Günler gelip geçmekteler… Kuşlar gibi uçmaktalar.
.
Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com