?>

Gazi’ye dinsiz diyen densizler!

Selim Çoraklı

2 yıl önce

Gazi Mustafa Kemal’in dini görüşleri hakkında müspet veya menfi birçok görüş ileri sürülmektedir.

Bir kısım solcular, ateist ve deistler ise istismar aracı olarak kullanmak için Gazi Mustafa Kemal’in “Dinsiz, Deist ve Ateist” olduğunu ve dinler hakkında iyi şeyler söylemediğini ileri sürerler.

“Siyasal İslamcı” olarak bilinen kesim ise Gazi Mustafa Kemal’in “dinsiz” olduğunu, hatta “Deccal” olduğunu iddia etmektedirler.

Bu iki uç kesim kendi iddialarını ispatlamak için Gazi Mustafa Kemal’in kendi eserlerinden örnekler yerine ikinci, üçüncü kaynakları kullanmayı tercih ederek tarihi kavağa tırmandırmayı tercih etmektedirler. Ancak Gazi Mustafa Kemal’in kendi eserlerine baktığımızda ne Solcuların dediği gibi “Dinsiz, deist ve ateist” ne de Siyasal İslamcıların dediği gibi “Dinsiz, Deccal” iddialarının hiç de tutarlı olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira Gazi Mustafa Kemal, kendi eserlerinde Allah’a iman ettiğini, dinlerin insanlık için zaruri olduğunu, dinler içinde en sağlam ve yüce yeri İslam’ın tuttuğunu, Resulullah’ın eşi benzeri olmayan bir dahi olduğunu, Bedir savaşında kullandığı taktiğin tek başına onun hak Resul olduğuna delil teşkil ettiğini söylemektedir.

Benim de içinde bulunduğum bir kısım yazarlar ise İmam-ı Azamın iman ve amel ayrımını esas alan görüşlerine dayanarak Gazi Mustafa Kemal’in kendi eserlerinden delillerle iktidarda olduğu dönemlerde bazı yanlış uygulama ve fiilleri olsa da İslam dininin esaslarına inandığını ve Müslüman olduğunu savunmaktadır.

(İmam-ı Azam’a göre iman ve amel ayrıdır. Bir kişi iman edip farz olduğunu kabul ettikten sonra hiçbirini yerine getirmese ve ne kadar büyük günah işlese de inkâr etmediği müddetçe mü’mindir.)

Gazi Mustafa Kemal, Osmanlı Cihan Devleti’nin tarih sahnesinden çekildiği bir dönemde yaşamış bir Osmanlı subayıdır. Diğer subaylar gibi eğitimi sırasında o dönemlerde geçerli olan dini bilgileri almış, Birinci Cihan Savaşı sırasında bu dini bilgilerin kendine verdiği güvenle cepheden cepheye koşarak savaşmış ve sonunda “Gazi” olmuştur. Bu savaşlarda ölmüş olsaydı şimdi bizler onu “Şehit” olarak anacaktık.

Osmanlı’nın yıkılışının ardından verilen Milli Mücadele sürecinde liderlik yapmış, bu dönemdeki konuşmalarında milletin manevi duygularını yüksek tutmak için Allah, din, şehitlik, gazilik, vatan savunması gibi konuları ele almıştır. Gazi Mustafa Kemal’i yakından tanıyanlar ameli noktada eksikleri olsa ve içki gibi bazı haramları işlemiş olsa da, inanç konusunda her zaman duyarlı olduğunu ve bunu hem söylemlerinde hem de eserlerinde açık biçimde yansıttığını hatıralarında görmekteyiz.

Gazi Mustafa Kemal, hayatını ortaya koyarak sürdürdüğü mücadele ile milyonlarca Müslüman’ı düşmanın zulmünden kurtarmış, camilerin, düşman tarafından kiliselere dönüştürülme çabalarına engel olmuş, düşmana karşı Müslümanların tek yumruk olmasını sağlamak için çalışmıştır. Onun milli birlik ve beraberlik anlayışı, aynı amaç ve aynı kültür çevresinde toplanmış insanların birbirlerine kenetlenmesini gerektirmiştir.

Gazi Mustafa Kemal’in Kur’an’a olan inancı, Kur’an’ı ‘Kitab-ı Ekmel’ yani “En Mükemmel Kitap”  diye tanımlamasından anlaşılmaktadır. Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Köşkü’ne hafızları davet etmiş, Kur’an okutmuş, ayetler üzerinde çalışmalar yapmış ve din bilginleri ile meal ve tefsir konularında düşünce alışverişinde bulunmuştu.

Gazi Mustafa Kemal özel konuşmalarında da dindar olmanın gerekliliğini, Peygamberin (sav) hayatını, yaşadığı dönem ile dört halife dönemlerini, İslâm dininin yüceliğini, Allah’ın (cc) kudretini konu eden sözler etmiştir.

İslâm dininin en son ve en mükemmel din, Peygamberin de (sav) son peygamber olduğunu söyleyen, milletini dindar olmaya teşvik eden, dinin öğrenilmesini öğütleyen bir önder olmuştur. Din eğitiminin ne kadar önemli olduğunun farkında olan Gazi Mustafa Kemal, din eğitiminin yüksekokullarda da verilmesinin şart olduğunu şu sözleriyle ortaya koymuştur:

“Her fert din ve diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası mekteptir. Fakat nasıl ki her hususta yüksek mektep ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazımsa, dinimizin hakikatini tetkik, tetebbu ilmi ve fenni kudretine sahip olacak güzide ve hakiki ulema yetiştirecek yüksek müesseselere sahip olmalıyız.” [1]

“Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslâm‘ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”

“O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. O’nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonuca kadar O, ölümsüzdür. Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askeri dehası kadar siyasi görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz. Muhammed bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.

O’nun hak peygamber olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve Bedir destanını okusunlar. Hz. Muhammed’in bir avuç imanlı Müslüman’la mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir’de kazandığı zafer, fani insanların kârı değildir; O’nun peygamber olduğunun en kuvvetli işareti işte bu savaştır.”

“Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed (sav)’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.”

“Büyük bir inkılâp yapan Hazreti Muhammed’e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir.” [2]

Gazi Mustafa Kemal hakkında yazılan eserlerin kahır ekseriyetini okumuş biri olarak ona belli çevrelerin ona “Dinsiz, ateist, deist, deccal vs.” demelerinin hiçbir ilmi dayanağı olmadığını söylüyorum. Bu tip iddiaların arkasında tamamıyla ideolojik ve indi yorumlar vardır. 

Yukarıdaki açıklamaları yeterli görerek Gazi Mustafa Kemal’in din, Allah inancı, Resulullah hakkında ne gibi düşünceleri olduğunu kendi eserlerinden kaynaklarıyla yorumsuz aktarmak istiyorum. Bunları gördükten sonra Gazi Mustafa Kemal hakkında kim ne düşünürse düşünsün sadece kendini bağlayacaktır.

“Ey millet! Allah birdir, şanı, büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve Resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki, Kur’an’daki naslardır.  İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir, temel dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa hakikate tamamen uyuyor. Eğer akli mantığa, hakikate uymamış olsaydı bununla diğer ilahi ve tabi kanunlar arasında aykırılıklar olması gerekirdi.  Çünkü bütün kanunları yapan Cenab-ı Haktır.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 11. s. 94-95)

“Türk milleti Kur’an’ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu Kitap’ta neler olduğunu Türk anlasın.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları: I, 1959, s. 214)

“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah (cc)  ile kul arasındaki bağlılıktır.”

(Nutuk, Cilt: III (Vesikalar); Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1967, s. 124)

 “Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; tanrısal inanışların belirtisine bakarak diyebiliriz ki: İnsanlar iki sınıfta, iki devirde mütalâa olunabilir. İlk devir, insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, beşeriyetin erginlik ve olgunluk devridir. İnsanlık birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir. Allah (cc), kullarının lâzım olan olgunlaşma noktasına erişinceye kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla meşgul olmayı tanrılık özelliğinin gereklerinden saymıştır. Onlara Hazreti Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren bilinen ve bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son dini, medeni gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. İnsanlığın kavrayış, aydınlanış ve olgunlaşma derecesi, her kulun doğrudan doğruya, tanrısal ilhamlarla temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz kitaptır.”

“Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri bildirmeye memur ve elçi olmuştur. Ana kanunu, hepimizce malûmdur ki, şanı büyük olan yüce Kur’an’daki naslardır. İnsanlara feyz nuru vermiş olan dinimiz, son dindir, en eksiksiz dindir; çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymasaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında tezat olması gerekirdi; çünkü bütün evren kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II. cilt, s. 94)

“Her şeyden evvel şunu, en basit bir dini gerçek olarak bilelim ki, bizim dinimizde bir özel sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, inhisarı kabul etmez. Meselâ din âlimleri; mutlaka aydınlatmak vazifesi bu bilginlere ait olmadıktan başka dinimiz de bunu katiyetle meneder. O halde biz diyemeyiz ki, bizde bir özel sınıf vardır; diğerleri dinen aydınlatmak hakkından mahrumdur. Böyle düşünürsek kabahat bizde, bizim bilgisizliğimizdedir. Hoca olmak için yani dini gerçekleri halka öğretmek için, mutlaka ilmi kıyafet şart değildir. Bizim yüce dinimiz, her Müslüman erkek ve kadına araştırmayı farz kılıyor ve her Müslüman, bu dine bağlananları aydınlatmakla vazifelidir. Bir fikri daha düzeltmek isterim. Milletimizin içinde gerçek din âlimleri, âlimlerimiz içinde milletimizin gerçekten iftihar edebileceği din bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil, ilmi kıyafet altında ilim gerçeğinden uzak, gereği kadar okuyup öğrenmemiş, ilim yolunda yeteri kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 144)

“Bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Hâlbuki elhamdülillah hepimiz Müslüman’ız, hepimiz dindarız; artık bizim, dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidirler.” [3]

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 127)

“Bunca asırlarda olduğu gibi, bugün de, milletlerin bilgisizliğinden ve bağnazlığından istifade ederek bin bir türlü siyasi ve şahsi maksat ve menfaat temini için, dini âlet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, içerde ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor. İnsanlıkta, din hakkındaki bilgi ve anlayış, her türlü hurafelerden sıyrılarak gerçek bilim ve fen ışıklarıyla arınmış ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde tesadüf olunacaktır.”

(Gazi Mustafa Kemal, Nutuk II. cilt, s. 708)

“Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.”

“Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan ziyade çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın icaplarına göre ilim ve fen ve her türlü medeniyet buluşlarından azami derecede istifade etmek zorunludur. Hepimiz itirafa mecburuz ki, bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.”

 “Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 128)

“Bizim dinimiz, en makul ve en tabii bir dindir. Ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dini emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir.

Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lâzım ise, dinimizin felsefi gerçeğini inceleme, araştırma ve telkin bakımından ilmi ve fenni kudrete sahip olacak seçkin ve hakiki din bilginleri de yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmalıyız.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 90)

“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Bilince aykırı, ilerlemeye mâni hiçbir şey içermiyor. Hâlbuki Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni batıl itikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu konuda yeterli bilgisi olmayanlar, bu acizler sırası gelince, aydınlanacaklardır. Onlar ışığa yaklaşamazlarsa, kendilerini yitirmiş ve mahkûm etmişler demektir; onları kurtaracağız.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s. 70)

Zağnos Paşa Camii Hutbesi

Gazi Mustafa Kemal’in 7 Şubat l923 tarihinde Balıkesir’in Zağnos Paşa Camii’nde vermiş olduğu hutbe, tek başına onun İslâm dini hakkında olan duygu ve düşüncelerinin samimiyetini açık biçimde ortaya koyar.

“Ey Millet, Allah (cc) birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur’an’daki manası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenab-ı Hak’tır.

Arkadaşlar; Cenab-ı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazret-i Peygamber’in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevap kazanacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır.

Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum.

Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.

Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir. Efendiler, hutbe demek topluma hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur.

Hutbe denildiği zaman, bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber’in hayatta olduğu mutlu dönemlerde, hutbeyi kendisi söylerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idari, mali ve siyasi, sosyal konularıdır. İslâm toplumunun çoğalması ve İslâm ülkeleri gerilemeye başlayınca, Cenab-ı Peygamber’in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhâlde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lazımdı. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir.

Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet hâlinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir.

Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki ‘Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur.’ Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır.

Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde, halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır. Hakiki bilginler ile dine zararlı bilginlerin birbirine karıştırılmaması Emeviler zamanda başlamıştır.

Hazreti Peygamber’in yaşadığı Müslümanlığın en mutlu zamanlarında, Hazreti Peygamberimizin ölümünden sonra dört halife hazretlerinin zamanlarında, doğrudan doğruya Hazreti Peygamberimizin çağrısı ve dört halifenin aydınlatmaları ile Müslüman olup kurtuluşa kavuşan Müslüman kitleler arasına soğukluk girdi ve o zaman doğru ve gerçek olan Kur’an haksızlığı kabule vasıta yapıldı. Ondan sonra bütün zorba hükümdarlar hep dini alet edindiler; keyfi idarelerini ve ihtiraslarını kabul ettirmek için hep bilginler sınıfına başvurdular. Bilginler, inancı tam bilginler, hiçbir vakit bu zorla hükmeden hükümdarlara boyun eğmediler, onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi bilginler kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Ancak onlar yine dini o hükümdarların keyfine alet yapmadılar.

Fakat gerçekten bilgin olmamakla beraber sırf o rolde bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün açgözlü ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetvalar verdiler. Gerektikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan kendilerine halife adi veren zorba hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli yalancılara iltifat ettiler ve onları korudular, hakiki ve imanlı bilginler, her zaman ve her devirde onların sevmediği kişiler oldu.

Üç buçuk dört yıl öncesine kadar, yaşayan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı yol göstericilerden faydalanmışlardı. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun örnekler göstermeye gerek yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in hareketi gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler isyancı ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun isyancı sürüsü olduğuna dair fetvalar veren bilgin kıyafetli kimseler çıktı. Onlar da fetvaları, Yunan uçakları ile ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada soruyu soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm.

Fakat şunu görüşlerinize sunarım ki, böyle adi ve alçak hilelere başvuran sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Abbasi halifelerinin sonuncusu biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca unvanlı hainlerin sonlan hep böyle olmuştur. Böyle yapan halifeler ve bilginlerin arzularına, kavuşamadıklarım tarih bize sonsuz örneklerle açıklamakta ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye katlanmaya gücü ve imkânı vardır. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte bilginlerin yalanlarına önem verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların amaçlarını pekâlâ anlamaktadır.

Fakat bu hususta tam bir güven sahibi olmamız için bu göz açıklığını, bu uyanıklığı, onlara karşı, bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle hatta gittikçe artan bir kararlılıkla korumalı ve devam ettirmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsi fikrimi öğrenmek isterseniz, ben şahsen onların düşmanıyım derim. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayati ile ilgili, o adım milletimin hayatına karşı kötü bir niyet, o adım milletimin kalbini hedef alan zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirdeki arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.”

Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlıklar ve kanı pahasına en sonunda elde ettiği hayati prensibine, kimseyi tecavüz ettirmeyecektir.

Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, anayasanın esası ve var oluş nedeni hep bunun içindir.

Sizlere bunların da ötesinde bir söz söyleyeyim. Olacak şey değil ama eğer bunu sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa böyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben tek başıma yalnız kalsam bile, onları tepeler ve yine öldürürüm.”

“Ey millet! Allah (cc)  birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı, hepimizin bildiği Kur’an-ı Kerim’deki açık ve kesin hükümlerdir. İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Hak’tır.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 11. s. 94-95)

“Efendiler!  Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihninin başlı başına çalışması lazımdır. İşte biz de burada din ve dünya için geleceğimiz ve istiklalimiz için ve en çok milli egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncelerimi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlatmak istiyorum. Milli ülküler milli irade yalnız şahsın düşmesinden değil tüm millet fertlerinin ülkülerinin toplamıyla yaratılır.

“Milletimiz dil ve din gibi kuvvetli iki hazineye sahiptir. Bu faziletleri hiç bir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamayacaktır ve alamaz.”

(Söylev ve Demeçler, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1952, c. ıı, s.95)

“Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz ulusların devamına imkân yoktur. Din vardır ve gereklidir. Temeli çok sağlam olan bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur (tefsirler, hurafeler gibi) binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilmez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır.”

(Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara-1971, s.206)

 “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için, akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır. Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Bizim dinimiz milletimize aşağılık, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Aksine Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emreder.”

(Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara-1971, s.210)

16 Mart 1923 tarihinde, Adana Türk Ocağı’nda esnaf ve sanatkârlara yaptığı konuşmada şunları söylemiştir.

“Bizi yanlış yola sevk edenler, bilirsiniz ki, büyük ölçüde din perdesine bürünmüşler saf ve nezih halkımızı aldatmışlardır. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar, her türlü hareketi dinle karıştırdılar. Hâlbuki elhamdülillah, hepimiz Müslüman’ız, hepimiz dindarız. Artık bizim dinin icabını (gereğini) öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur.

Analarımızın babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler, bize dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidir. Buna rağmen hafta tatili, dine mugayirdir gibi hayırlı ve akla, dine muvafık meseleler hakkında, sizi iğfal ve idlala çalışan art niyetliler iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulema ile müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemaya gidin, ‘Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz?’ deyiniz. Fakat genel görünüşte buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçüyle hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur, biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine sahipse kimseye sormayın, o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın örtüştüğü ettiği bir din olmasaydı kalıcı olmazdı, çağdaş din olmazdı. Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri(yorum-söylenti) yapanların maksadı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.”

(16 Mart 1923 de, Adana Türk Ocağı’nda esnaf ve sanatkârlara yaptığı konuşması)

“Sahte din âlimlerine karşı benden bir şeyler anlamak isterseniz derim ki: ‘Ben, şahsen, onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları her adım, yalnız benim kişisel inancıma, benim amacıma değil; benim ulusumun yüreğine savrulmuş zehirli bir kamadır. Benim ve benimle aynı düşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim; bunu sağlayacak yasalar ve Meclis olmasa da öyle olumsuz adımlar atanlar karşısında herkes çekilse ve kendi başıma yalnız kalsam bile yine de onları tepelerim!”

(Gazi Mustafa Kemal’in 20 Mart 1923 tarihinde Konya Türk Ocağı konuşması)

“Peygamberimiz vasıtasıyla en son dini hakikatleri ve medeniyeye verdikten sonra artık beşeriyetle bilvasıta tenevvür ve tekâmülü her kulun doğrudan doğruya ilhamat-ı ilahiye ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Cenab-ı Peygamber, Hatemü’l-Enbiya olmuştur ve kitabı, Kitab-ı Ekmeldir.”

(Atatürk’ten Söylev ve Demeçler, C. 3, Mart 1930)

“Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okuma bilenler ellerinde Kur’an’ ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler, kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran bu yüksek ruhtur.”

“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura (bilinç) muhalif, terakkiye(ilerlemeye) muhalif hiçbir şey ifade etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istiklalini(özgürlüğünü-bağımsızlığını) veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni, inançtan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, tenevvür (ayıklanacak) edecekler. Onlar ziyaya takarrüp edemezlerse kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız!”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, Ankara-1981, s. 570.)

 “Düşmanlarımız, bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla itham ediyor, duraklamamızı ve çöküşümüzü buna bağlıyorlar; bu bir hatadır. Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, Müslüman erkekle, Müslüman kadının beraberce din öğrenerek eğitilmesidir. Kadın ve erkek bu ilim ve eğitimi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak zorundadır. İslâm ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kuralla bağlanmış zannettiğimiz şey yoktur. Türk sosyal yaşantısında kadınlar bilimsel yönden eğitim ve öğretim görmekte ve diğer konularda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.2, s. 86)

“Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edilmekle Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. 1, s. 225)

“Dinimiz en makul ve en doğal bir dindir ve bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. … İslâm’ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf hâlinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,  C. 2, s. 90) 

TBMM AÇILIŞI

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılacağı 23 Nisan 1920 Cuma günü ülkenin her yerinde milli ve dini törenler yapılmasını istemişti. Bu amaçla bir program hazırlamış ve bu tarihi olayın Türk milletine heyecanla duyurulması için tamim yayımlamıştı.

“Meclis’in açılışının özellikle kutsal cuma günü yapılacağı, manevi bir güç sağlaması açısından Hacı Bayram Veli Camii’nde kılınacak cuma namazını takiben Kur’an okunup dualar edilecek ve sonrasında meclise gidilerek yine dualarla kurban kesilecek ve meclise gidilmeden önde hatim okunacak, ancak hatmin son bölümü Meclis’in önünde tamamlanacaktır, yurt genelinde de Türk halkının duyarlılığıyla Kur’an-ı Kerim ve hatimler okunacak, salâvat-ı Şerifler getirilecek ve ayrıca cuma namazından önce uygun suretle Mevlid-i Şerif okunacaktır.”

(Belgelerle Türk Tarihi Dergisi Say: 23, s. 4-5)

“Ey arkadaşlar! Allah (cc)  birdir, büyüktür. “Âdet-i İlahiye’nin gerçekleşmesine bakarak diyebiliriz ki” diye başlayan konuşmasına devamla, ”Onlara Hazret-i Âdem Aleyhisselamdan itibaren bilinen ve bilinmeyen ve sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat Hazret-i Peygamberimiz aracılığı ile son dini ve medeni gerçekleri verdikten sonra artık insanlarla aracı kullanarak ilişki kurmaya gerek görmemiştir. İnsanların bilinç düzeyi, aydınlanma ve gelişimi her kulun doğrudan doğruya ilahi ilhamlarla ilişki kurma yeteneğine vardığı kabul buyurmuştur. Ve bu sebepledir ki Cenab-ı Peygamber, Hatem-ul-enbiya olmuştur ve kitabı, son kitaptır. Son peygamber olan Hazret-i Muhammet (sav), bin üç yüz doksan dört sene evvel Rumi nisan içinde ve Rebil’ul-evvel ayının on ikinci pazartesi gecesi sabaha karşı tan yeri ağarırken doğdu.

Bugün o gündür, gerçekten Arabî tarihlerde bu akşamı doğum gününün tam yıldönümüne rastlıyor, inşallah bu hayırlı tesadüftür. Hazret-i Muhammet çocukluk ve gençlik günlerini geçirdiği dönemlerde yüzü nurani, sözü ruhani, doğru yolda ödünsüz, sözüne sadık, mertlik ve güzel huy sahibi olarak başkalarına üstün olan Hazret-i Muhammet Mustafa, önce bu özel ve üstün özellikleri ile kabilesi içinde “Muhammed-ul Emin” oldu. Ondan sonra kırk yaşında peygamberlik ve kırk üç yaşında elçilik geldi. Âlemlerin Peygamberi Efendimiz sayısız tehlikeler içinde, sonsuz zahmetler içinde yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik görevini yerine getirmeyi başardıktan sonra “Yüce mevkiine kavuştu.”

Gazi Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920 Cuma Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açmaya gelmişti. 21 Nisan 1920 de tüm Türkiye’ye gönderilen bildirgesini de kendi el yazısı ile yazılmıştı:

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Açılış Bildirisi

1. Allah’ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.

2. Vatanın bağımsızlığı, yüksek halifelik ve saltanat makamının kurtarılması gibi çok önemli vazifeleri olan Meclis’in açılış gününü, cumaya tesadüf ettirmekten maksat, o günün kutsallığından faydalanmak ve açılmadan önce sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Camii’nde cuma namazı kılmak, Kur’an ve namazın nurlarından faydalanmaktır. Namazdan sonra Peygamberimiz (sav)’in sakalı ve sancağı el üstünde olduğu hâlde Meclis binasına gidilecektir. Camiden buraya kadar olan merasim için Kolordu Komutanlığı’nca özel olarak askeri tertibat alınacaktır.

3. O günün kutsallığını güçlendirmek için bugünden başlayarak valiliklerde, vali beyefendinin düzenlemesiyle hatim indirilecek, Buhari okunacaktır. Hatmin son kısımları cuma namazından sonra Meclis binası önünde tamamlanacaktır.

4. Kutsal ve yaralı vatanımızın her köşesinde aynı biçimde bugünden başlanarak Buhari ve hatm-i şerif okutularak cuma günü ezandan önce salâvat verilecek ve hutbede halife padişahımızın adı söylenirken, padişahımızın ve topraklarımızın bir an önce kurtuluşu ve mutluluğa erişmesi için dua edilecektir. Cuma namazı kılındıktan sonra hatim duası yapılarak yüce halifelik ve saltanat makamının ve bütün yurdun kurtulması uğrundaki milli çalışmaların kutsallığı ve milletin her bireyinin kendi temsilcilerinden oluşan Büyük Millet Meclisi’nin vereceği vatan görevlerini yerine getirmesine ilişkin vaazlar verilecektir. Sonunda halife ve padişahımızın, din ve devletimizin, vatan ve milletimizin kurtuluşu, mutluluğu ve bağımsızlığı için dua edilecektir.

Bu dini ve vatani törenin arkasından camilerden çıkıldıktan sonra bütün yurtta hükûmet konaklarına gelinerek Meclis’in açılmasından dolayı kutlama yapılacaktır. Her tarafta cuma namazından önce Mevlid-i Şerif okunacaktır.

5. Yüce Allah’ tan tam başarı dileriz.

GAZİNİN GÜNLÜĞÜNDEN

Gazi Mustafa Kemal’in günlüğünde bulunan, özellikle Kur’an’ın gücüne olan inancıyla ilgili olan bölümler şu şekildedir:

9 Mart 1922, Perşembe – Sivrihisar

Saat 8’e doğru (akşam) İsmet Paşa geldi. Evvela yemek. Yemekten sonra 10 Mart için program kararlaştırıldı. Siyasi durum hakkında bilgi verdim. Ondan sonra hafıza Kur’an okuttuk.

10 Mart 1922, Cuma – Aziziye

Saat 5 (akşam) Aziziye, yorgunluk hissettim… Bir saat kadar uyudum. Sonra vücudumu süngerle sildim. Yeterli istirahat etmiştim. İsmet, Yakup Şevki ve Selahattin Paşalar gelmişlerdi. Beraber yemek yedik. Bazı telgraflar gelmişti, gördüm. Hafıza Kur’an okuttum. Saat 10 da gittiler. Benim notları yazıyorum. Biraz kitap okuduktan sonra yatacağım. Yarınki planımız üç tümenin teftişidir.

17 Mart Cuma – Akşehir

Tayyare bölüğünü teftiş. Fazıl Bey ve diğer bir pilot uçtu. Fransızlardan alınan 14 tayyare Adana’ya gelmişti… İki tayyare uçurmak istedik. Motorları işletmek güç oldu. Biri uçabildi.

Karargâha dönüş. Saat 8’e kadar yalnız kaldım. Mustafa Abdülhalik Bey geldi. Hafıza Kur’an okuttuk. İsmet Paşa da geldi. Yemekten sonra gittiler.

20 Mart Pazartesi-Akşehir

Müdafaa-i Hukuk heyeti, İhsan, Fahrettin paşalar geldi. İhsan Paşa (Ali İhsan Sabis) şikâyet etti. Haksızdır. Açık konuştum. Otomobille gezdim. İsmet Paşa’ ya gittim. Beraber bize geldik. Fahrettin (Altay) Paşa ve kurmayını yemeğe davet etmiştim. Hafıza Kur’an okuttuk.

24 Mart Cuma – Akşehir

Mütareke teklifini Celal Bey bildirdi. Cuma namazında hafız Ulucami’de mevlit okudu… Gece yarısından sonra saat 5’ e (sabah) kadar Ankara’ da Bakanlar Kurulu ile görüşme yaptım…”

.

Selim Çoraklı, dikGAZETE.com

[1] Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve M. Eğ. Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, I, 1946, s. 28

[2] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s. 16-17.

[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 127

YAZARIN DİĞER YAZILARI