1999 yılından beri İslam’a, vatana, millete ihanet edeceklerini yazdığım ve söylediğim FETÖ ve militanları ile birçok mahkemede karşı karşıya geldim.
Bu mahkemelerin bazılarında müşteki, bazılarında tanık bazılarında da sanık olarak bulundum.
Çoğu kez hukukun ayaklar altına alındığı ve FETÖ’cü hakim ve savcıların bulunduğu mahkemelerde karşılaştığım bazı anekdotları tarihe not düşme adına iki makale çerçevesinde sizlerle paylaşmak istedim.
FETÖ İLE MÜCADELE SÜRECİNİN ÖZETİ...
16 yıl içlerinde bulunduğum ve değişik kademelerinde görev yaptığım bu yapılanmanın yüzlerine İslam maskesi geçirdiklerini tespit ettiğim 1999 yılında ayrıldım. Ayrıldıktan sonra da hem yazarak hem de konuşarak bu şeytani yapının tehlikelerini anlattım.
1999-2005 yılları arasında Cuma Dergisinde yayın yönetmenliği yaptım. Bu dergide “FETÖ” (Bu kavramı o dönemler literatüre sokan benim ve o zamanlar “Fetullahçı Ekonomik Terör Örgütü”nün kısaltılmışı olarak kullanıyordum. Çünkü hem bana hem diğer muhaliflerine karşı özellikle yayın piyasasında ekonomik terör estiriyorlardı. Kitaplarımın dağıtımını ve satılmasını engelliyorlardı. Bu sebeple o dönemler yayınladığım bütün kitaplarımı müstear isimlerle yazmak zorunda kaldım.) hakkında birçok eleştiri kaleme aldım.
Özellikle İslami alanda yaptıkları tahribatlar, dinler arası diyalog diyerek ne kadar Yahudi ve Hıristiyan varsa onlarla kanka olmaları, kadınların tesettürü konusundaki tutarsızlıklarını ve ikiyüzlülükleri ve hemen her alanda sergiledikleri münafıkça tavırları konusunda yazdım.
Bu dönemlerde iktidarla paralel yürüyorlardı, ancak bu iki gücü bir araya getiren sadece menfaatti.
Bu menfaatin bir gün bitip, tarafların çatışacaklarını 2006 yılında kaleme aldığım bir makalede dile getirdim. Zaten öyle de oldu.
2010 referandumunda Fetullah, “Elimden gelse mezardakileri bile getirip referandum hakkında evet oyu kullandırırdım.” diyecek kadar iktidar yanlısı görünüyordu.
Referandumdan “Evet” oyu çıkınca, bunu kendi çalışmalarına bağlayan FETÖ, iktidardan isteklerini artırdıkça artırdı.
İktidar artık bunların isteklerine cevap veremez duruma gelince FETÖ, bu kez okları iktidara çevirdi.
İlk raunt 7 Şubat MİT krizi ile oldu. Bunu atlatan iktidar FETÖ’yü cezalandırmak için dershaneler kozunu piyasaya sürdü.
FETÖ bu kez 17/25 Aralık operasyonlarına imza attı.
2009 yılından beri takip ettiği bakanlar ve çocuklarının yolsuzluk dosyalarını piyasaya sürdü. Artık bu savaş dönülmez bir noktaya gelmişti.
İktidar, elindeki gücünü FETÖ’nün devlete yerleşmiş bütün kadrolarını budama yönünde kullanmaya başladı. Ancak görevden aldığı bürokratlar FETÖ’nün yargıda yerleşmiş militanları tarafından yeniden görevlerine geri iade ediliyordu.
Bu savaş, 15 Temmuz gecesine kadar sürdü.
Arkasına CIA desteğini alan FETÖ, elindeki en son kozu oynamaya karar verdi ve darbe girişiminde bulundu. Ancak başarısız oldu.
Böylece FETÖ ile iktidar arasındaki savaş artık çok farklı bir boyuta taşındı.
“Karıncayı bile incitmez” denilen FETÖ militanları ellerindeki tankları, uçakları, helikopterleri kullanarak milletin üzerine ateş açtı ve 251 kişiyi şehit edip, 2300 kişiyi yaraladı. Geçmiş dönemlerde vuku bulan hiçbir darbe girişiminde böyle bir alçaklık sergilenmemişti.
15 Temmuz sonrası FETÖ’nün bütün kurumlarına el konuldu. FETÖ’den beslenen iş adamlarının mallarına kayyum atandı ve sahipleri tutuklandı.
Birkaç istisna hariç, örgütün bütün yönetici kadrosu bu sırada yurt dışına kaçtı veya kaçırıldı.
15 Temmuz öncesi başlayan ve bugüne kadar devam eden süreçte yazdığım yazılar, kitaplar ve televizyon konuşmalarım hakkında Fetullah ve müritleri değişik davalar açtılar.
Devletin bunlar hakkında açtığı davalarda ise hem müşteki hem tanık oldum ve bildiğim bütün gerçekleri açıkladım.
Bu örgütün yapılanması hakkında 4 Şubat 2014 yılında yaptığım deşifreler Sabah gazetesinde manşet oldu. Bu şeytani yapının özellikle TSK, Yargı, Emniyet ve MİT gibi kritik devlet kurumlarında hücre tipi yapılanmaya gittiğini söyledim.
FETÖ avukatı Nurullah Albayrak aracılığıyla bu açıklamalarım üzerine hem İstanbul’da hem de Ankara’da iki ayrı tazminat davası açtı.
2014 Mart ayında ise “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli bir kitap yayınladım.
FETÖ bu kitabım hakkında da hem Ankara’da hem de İstanbul’da ayrı ayrı 50 biner liralık tazminat davaları açtı.
Aslında hukuki olarak sadece İstanbul’da dava açabilirlerdi. Ancak “hakimler” de “savcılar” da FETÖ militanı olunca hukuksuz dava açmak onlar için çocuk oyuncağı gibi bir şeydi.
İki ayrı ilde dava açmalarının sebebi beni süründürmek ve susturmaktı. Ancak 1999 yılında beri bu şeytani yapıyla mücadele ediyordum ve beni hain ilan etmişlerdi. Hatta birçok AK Partili de “Sen Hocamıza hakaret ediyorsun!..” diyerek onlar da beni FETÖ ile beraber hain ilan etmişti.
2104-2016 yılları arasında FETÖ’nün medyası hakkında birçok açıklamalar yaptım. Suç duyurularında bulundum. FETÖ’nün holdingi Kaynak Holding ve FEZA gazetecilik hakkında birçok dosyayı savcılara teslim ettim ve dava açılmasını sağladım.
Bu sebeple şu anda FETÖ medyası ve holdingi hakkında ne kadar dava varsa hemen hepsinde ya müşteki ya da tanık olarak bulunuyorum. Bu durum FETÖ’nün Akın İpek gibi bazı işadamları hakkında açılan davalarda da böyle.
FETÖ’cü polis müdürleri hakkında yaptığım açıklamalardan dolayı 7 Emniyet müdürü aynı dilekçe ile ayrı ayrı 7 savcılığa suç duyurusunda bulundu ve hakkımda 100 bir TL’lik tazminat davaları açtılar.
Bu davalardan birinde 105 gün hapis, diğerinde 11 ay 20 gün hapis cezası aldım. 105 gün hapis cezası paraya çevrildi, diğeri ise hala Yargıtay’da bekliyor.
Bugün bile birçok dava devam ediyor ve ben mahkemeleri “ikinci vatan” eyledim.
Davalar o kadar çok ki, bu durumu bilen bazı arkadaşlar, “Yahu, bu davalardan bıkmıyor musun?” diyorlar.
Ben de “Davadan davaya koşa koşa dava adamı olduk. Davalardan bıkmayız!..” diye espri yapıyorum.
ANKARA FETÖ ÇATI ANA DAVASI...
FETÖ hakkında 2014 yılında Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan “FETÖ ÇATI ANA DAVASI”NDA ana tanıklardan biri olarak yerimi aldım.
Böylece 2014 yılında başlayan mahkemelerdeki mücadelem halen devam etmektedir.
Baştan beri özetlediğim süreçte süren bu mahkemelerde ilginç anekdotlar yaşandı…
Bunları tarihe not düşme adına sizlerle paylaşmak istedim.
Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan “FETÖ ÇATI ANA DAVASI” sanıkları arasında AK Parti İstanbul milletvekili İlhan İşbilen, Zaman gazetesi eski sahibi Alaattin Kaya, STV Genel müdürü Hidayet Karaca da tutuklu olarak yargılanıyordu.
Mahkeme öncesi 55 sayfa savcılığa ifade vermiştim. Mahkemede de 4-5 saat ifademe başvurdular. Sanıklardan İlhan İşbilen, FETÖ yapılanmasının ilk elemanlarından olmasına rağmen örgüt ile ilişkisini adeta inkar ediyordu.
Zaman gazetesine Genel Müdür olmasının Fetullah ile bir ilgisi olmadığını, SEMA videoyu kurmadığını, AK Parti’den milletvekili olmasının FETÖ ile ilişkisi bulunmadığını ve Fetullah’ı bir kez Manisa Kurşunlu Han’da tıraş ettiğini söylemişti. Aynı durum Alaattin Kaya için de geçerliydi. Bu durum bana sorulunca şöyle cevap verdim:
“Hakim Bey, İlhan İşbilen’in FETÖ hakkında söylediği tek şey doğru. O da Fetullah’ı Manisa’da tıraş etmesi. Gerisi hepsi yalan.”
Sonra da İlhan İşbilen ve Alaattin Kaya’ya dönerek şunları söyledim:
“Yahu biraz erkek olun. Örgüt içinde ikiniz de üst düzey yöneticisiniz. İlhan İşbilen, bu örgütü dijitalle tanıştıran sen değil misin?
Neyi inkar ediyorsunuz. Devekuşu gibisiniz. Başınızı kuma gömünce vücudunuzu gizleyeceğinizi zannediyorsunuz?”
Mahkeme sanıkları örgütün soru çalıp kendi militanlarına vermelerini de inkar ediyorlardı.
“Yahu neyi inkar ediyorsunuz!.. Ben örgüt içinde iken bizzat bu işlerin içinde bulundum. Soruları çalıp, elemanlarımıza vermedik mi? Yüzünüz kızarmadan nasıl inkar ediyorsunuz?” diyerek inkarlarını yüzlerine çarptım.
Hakime de dönerek, “Ama hakim Bey, biz bu hırsızlıkları o zamanlar cihat olarak kabul ediyor ve yapıyorduk…” dedim.
Mahkeme Hakimi, “Selim Bey Fetullahçılar devlete nasıl sızdı?” diye bir soru sorunca da şu cevabı verdim:
“Hakim bey!.. Sızma diye bir şey yok. Her şey devletin en üst düzey görevlilerinin izniyle yapıldı. Cumhurbaşkanları, başbakanlar, genelkurmay başkanları FETÖ’nün yolunu açtı.
1960’lı yılların sonundan 2013 yılına kadar devlet erki bu yapıyı besledi. 2002-2013 yılları arasında da ‘Ne istediler de vermedik!..’ diyen AK Parti besledi.
Bu sebeple, adı geçen sürece bu örgüte ben de dahil kim yardım ve yataklık yaptıysa bu mahkemede onlar da yargılanmalıdır. Bu canavarı hepimiz ellerimizle büyüttük.”
İfadem bitip, sanık avukatlarının soru sorma zamanı gelince Hidayet Karaca’nın avukatı şöyle bir soru sordu:
“Selim Bey, 17/25 Aralık tarihlerinde dört bakanın yolsuzluk yaptığına inanıyor musunuz?”
Hayatım boyunca doğruluğu kendime şiar edindiğim için bu soruyu şöyle cevapladım:
“Elbette inanıyorum. Ben politikaya atılıp da yolsuzluk yapmayan (hele de bakan olursa) kimsenin olmadığına inananlardanım.
Ne yazık ki bizde, politik arena yolsuzluk yapmaya müsait. Ancak benim merak ettiğim niye sadece 2009 yılından beri elinizde olan dört bakan hakkındaki yolsuzluk dosyalarını 17/25 Aralık 2013 yılına kadar sakladınız?
Niye kendi abiniz olan bakanların ve çocuklarının yolsuzluk dosyalarını gündeme getirmediniz?”
MAHKEME ÖNCESİ YAŞANANLAR…
Ankara’da süren bu dava öncesinde de ilginç olaylar yaşadım. Dava Ankara’da olduğu ve hiçbir AK Partilinin mahkemelere tanık olarak katılmadıklarına kızdığım için mahkemeye gitmeme kararı aldım ve dilekçe gönderdim.
Mahkeme ana tanıklardan biri olduğum için getirilmem hakkında İstanbul Terörle Mücadele’ye yazı yazılmış.
Mahkemeden bir gün önce İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’nden bir müdür beni aradı ve “gece beraberce Ankara’ya gideceğimizi ve bunun için araba ayarlamaya çalıştıklarını” söyledi.
Ben de “Gerek yok sizin gelmenize, ben giderim.” dedim. Ancak onlar, mahkemenin emri olduğu için “götürmezsek bize hesap sorarlar” diye ısrar ettiler.
Gece saat 24.00 sıralarıydı.
Otogara giderek bilet aldım ve Ankara’ya hareket ettim. Bolu dağında iken terörle mücadeleden telefon ederek hazırlanmamı istediler.
Ben de, “Ben Bolu dağındayım ve Ankara’ya gidiyorum. Mahkemeye sizin getirmek istediğinizi ama benim size zahmet olmasın diye yalnız geldiğimi söyleyeceğim.” diyerek telefonu kapattım.
Aslında mahkeme, benim tanık olarak korunmam adına böyle bir yola başvurmuştu.
Sabah mahkemeye gittim ve yazı işleri müdürü ile görüştüm.
Benim yalnız geldiğimi görünce; “Ya Selim Bey, niye yalnız geldiniz. Biz emniyete sizi korumakla alakalı talimat verdik.” dedi.
Ben de, “Onlar getirmek istediler ama ben zahmet olmasın diye istemedim. Onların bir suçu yok. Hem ben biliyorsunuz daha önce de tanıklık yaptığım için koruma vermek istediler ama kabul etmedim.” dedim.
Mahkemenin yazı işlerinde beklerken diğer tanıklar da geldi.
Yazı İşleri Müdürü bütün tanıklara bir kağıt vererek yaptıkları masrafları yazmalarını, bunun mahkeme tarafından karşılanacağını söyledi.
Herkes aldıkları kağıda yaptıkları yol ve yemek masraflarını yazmaya başladı.
Ben hiç oralı olmadım. Mahkeme Yazı İşleri Müdürü olan Leyla Hanım, “Selim Bey sen niye yazmıyorsun?” diye sorunca da şunu söyledim:
“Leyla hanım, 60 lira verdim Ankara’ya geldim. 60 da gidiş biletim. 30 lira da yemek yerim. Toplam 150 TL eder. Ben bu parayı devletimden almaya haya ederim.”
Yanımdaki diğer tanıkların benim bu açıklamamdan rahatsız olduklarını sezince onlara, “Kusura bakmayın arkadaşlar. Bu benim için geçerli. Elbette yapılan masrafları almanız sizin en doğal hakkınızdır.” açıklamasını yaptım.
Mahkemede ifademin alınması öğleden sonraya kalmıştı.
Öğle yemeği sırasında Leyla Hanım, benim korumasız geldiğimi ve yol masrafı almadığımı hakime anlatmış.
Mahkemeye girince ilk olarak hakim bana, “Yahu Selim Bey, niye koruma istemedin ve yol masrafı almadın?” diye sorunca şöyle cevap verdim:
“Hakim bey, koruma bilerek istemedim. Bunlarla 1999 yılından beri en güçlü oldukları dönemde bile koruma olmadan mücadele ettim.
Bunlardan asla korkum yok. Hem Allah dilemediği müddetçe kimse bir şey yapamaz.
Ecel birdir değişmez. Kimin haddine ki vakti gelmeden ona ilişilsin.
O yüzden emniyetin verdiği korumayı da kabul etmedim. Masraflar meselesine ne gelince ben böyle bir ödenek almaktan haya ederim.”
Hamd olsun, FETÖ ile mücadelemde en ufak bir maddi çıkarım olmadı. Hakkım olmasına rağmen teklif edilenleri de böylece reddettim.
AKIN İPEK DAVASI…
FETÖ’nün işadamı militanlarından biri de Akın İpek’ti.
Akın İpek, kağıt işiyle girdiği iş piyasasında FETÖ sayesinde Altın madeni işine de el atarak hızla büyüdü. Aslında bu büyümede FETÖ’nün gayri resmi olarak elde ettiği himmetlerin (Kara paraların) kahir ekseriyetinin Akın İpek kanalıyla sisteme sokulmasının payı büyüktür.
15 Temmuz öncesi Akın İpek tıpkı diğer örgüt yöneticileri gibi yurt dışına kaçtı ve İngiltere’ye sığındı.
Hakkında açılan davalardan dolayı bütün mallarına el konuldu ve şirketlerine kayyum atandı. Görülen mahkemelerde isteyerek olmasa da ben de tanık olarak bulundum.
Bir gün 25. Ağır Ceza Mahkemesinden bir celp geldi.
Benim, bu mahkemede davam yoktu.
Merak ederek adliyeye gittim ve bunun ne davası olduğunu sordum ancak cevap alamadım.
Mahkeme günü gittiğimde hakime ilk olarak şunu sordum:
“Hakim Bey, ben bu davada nasıl tanık oldum?”
“FETÖ Çatı ana davasında Akın İpek ile ilgili yaptığınız açıklamalardan dolayı sizi tanık olarak kabul ettik.”
Mahkeme bana Akın İpek’le ilgili bir çok soru sordu ve ben bildiklerimi, şahit olduklarımı anlattım.
Akın İpek’in abisi ve diğer sanıklar hem Akın İpek’in hem de kendilerinin FETÖ ile bağlarının olmadığını iddia ediyorlardı.
Ben, Akın İpek’in FETÖ ile ilişkilerine bizzat şahit olan biri olarak bunun doğru olmadığını, Akın İpek’in servetinin kahir ekseriyetinin örgütün himmet paralarıyla oluştuğunu ifade ettim.
Akın İpek’in, Fetullah hakkında gazetelere de yansıyan, “Ben Hocamın bir gülüşüne servetimi veririm.” dediğini de hatırlattım.
Tanık ifadem bitince Akın İpek’in avukatı (Bu avukat FETÖ Çatı Ana Davasında da Fetöcülerin avukatlığını yapan ünlü biriydi) benim hakkımda mahkeme başkanına şunu söyledi:
“Hakim bey. Bu Selim Çoraklı’nın tanık ifadelerini kabul etmiyoruz. Bu arkadaşı, FETÖ Çatı Ana Davası mahkemesinde de dinledik. Bu kişi bir polis ajanı.”
Hakimden söz aldım ve şunları dedim:
“Hakim Bey!.. Bu mahlukat, ‘polis ajanı’ diyerek neyi kastetti bilmiyorum ama üç kuruş paraya FETÖ’cü hainlerin itliğini yapmaktansa polis ajanlığını şeref olarak bilirim. Bu mahlukata da söyle, soracağı hiçbir soruyu cevaplamayacağım.”
“GÜLEN’İN AĞLATTIĞI MÜSLÜMANLAR” KİTABIMIN DAVASI…
Yukarıda da bahsettiğim gibi Fetullah Gülen, avukatı Nurullah Albayrak kanalıyla 2014 yılında kaleme aldığım “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” kitabım hakkında hem Ankara hem de İstanbul’da tazminat davası açmıştı.
FETÖ’nün avukatları, tam 26 sayfa iddianame hazırlayarak benim Fetullah Gülen hakkında belgeleriyle ortaya koyduğum eraciflerini, “hakaret ettim” sayarak sıralamışlardı. Ancak bunu yaparken çalakalem yazdıkları belliydi.
Belli ki mahkemede de hakim olarak kendi abilerinin düşeceğini hesaplamışlardı. Ama Allah, (cc) yaptıkları planı başlarına çarptı ve mahkeme, onların abisi olmayan bir hakime düştü.
Bu mahkemede “Fetullah’ın akıl sağlığının araştırılmasını ve avukatların vekaletlerinin nasıl alındığının incelenmesini” de istedim.
Birkaç duruşmadan sonra mahkemeden sözlü savunma hakkı istedim ve son mahkemede 1 saat 15 dakika savunma yaparak bütün iddialarını yerle bir ettim.
Sözlü savunmam bitince hakim, hemen mahkeme katibine dönerek, “Yaz kızım. Davanın reddine…” diyerek davayı, Fetullahçı avukatların yüzüne çarptı.
Bu mahkemede Fetullah’ı dört avukat savunurken ben, avukat tutmadan kendimi savundum. İşin ilginç yanı AK Parti’den hiç kimse bu davaya sahip çıkmadı.
Bu davadan sonra Ankara’da açılan dava da düştü.
POLİS MÜDÜRLERİNİN TAZMİNAT OYUNU!..
Bir televizyon kanalında FETÖ ile ilgili açıklamalar yaparken, “Emniyet içinde çöreklenen FETÖ’cülerin ne gibi kumpaslar yaptıklarını” örnekleriyle anlattım. Ancak televizyon konuşmamda hiçbir isim vermedim.
Zikrettiğim dönemde bu şubenin başında halen içerde olan ve ömür boyu hapis cezası alan Nazmi Ardıç isimli FETÖ’cü müdür bulunuyordu.
Televizyon programındaki konuşmalarımı dinledikten sonra yanına 6 polis müdürü daha alarak bir dilekçe hazırlamışlar ve ayrı ayrı yedi ayrı savcı da benim hakkımda suç duyurusunda bulunmuşlar.
Beş savcı bunun dava konusu yapılamayacağını açıklayarak “soruşturmaya yer yoktur” kararı vermiş. Ancak iki savcı (Demek ki bu savcılar da FETÖ militanıydı. Yoksa böyle saçma bir davayı hiçbir savcı kabul etmez.) iddianame hazırlayarak, mahkemeye vermiş.
Nazmi Ardıç ve Said Gök isimli müdürlerin açtıkları 100 bin TL’lik tazminat davaları sebebiyle iki mahkemede yargılandım.
Mahkemede daha önce savcılıklar tarafından “kovuşturmaya yer yoktur” kararı verilen bir dosya için bu mahkemenin bu iddianameyi nasıl kabul ettiğini sordum. Ancak hakim, “Savunmanı yaparsın, suçun yoksa dava düşer.” gibi bir cevap verdi.
Zaten bu polis müdürlerinin hakkımda dava açmalarının tek sebebi beni yıldırmak ve mücadelemden alıkoymaktı.
Bunu bana bizzat yine FETÖ yapılanması içinde bulunan ve önemli bir görevi olan bir polis müdürü söylemişti.
FETÖ’den yargılanan o müdür de ömür boyu hapis cezası aldı.
Mahkemelerde bu müdürlerin yaptıklarının hukuksuz olduğunu belgeleriyle ortaya koydum. Zaten o davayı kabul eden hakimler de FETÖ’den tutuklandı.
Sonra gelen hakimler ise davayı düşürdü ve ben iki mahkemeden daha kurtuldum.
HAKİMİN AÇTIĞI DAVADAN CEZA ALMAM!..
Adnan Oktar denen şarlatan, “Twitter” üzerinden kendisine “Silikonluların şeysi, Karı oynatan gavat, İslam düşmanı vs.” dediğimi iddia ederek hakaret davası açtı. Dava, tam da 2014 yılında FETÖ’yü deşifre ettiğim tarihlere denk gelmişti.
Davayı kabul eden hakim, ekran görüntülerini delil sayıyordu.
Ben bunların sahte olduğunu söylememe ve aynı hakaretleri içeren ekran görüntülerinin kendi adına da olduğunu mahkemeye vermeme rağmen (o görüntüleri ben bilgisayarda bunların delil olamayacaklarını ispatlamak için hazırlamıştım.) bana 105 gün ceza verdi ve 5 yıl erteledi.
Adnan’ın avukat müritleri, bu ceza davasına dayanarak bir de bana tazminat davası açtılar. Ben de tazminat davası açılan mahkemeye, bana 105 gün ceza veren hakimin sosyal medyada FETÖ’yü öven paylaşımları olduğunu ve bu cezayı bunun için bana verdiğini mahkemeye delilleriyle sundum.
Devam eden mahkemelerde “Adnan’ın akıl sağlığının araştırılmasını” isteyince avukatları davayı geri çekmek zorunda kaldılar.
Bu mahkemeye bana, 105 gün ceza veren hakimin FETÖ hakkında sosyal medyada çıkan paylaşımlarını delil olarak sunmuştum.
Bir savcı, bu dilekçemi alarak hakime hakaret ettiğim iddiasıyla soruşturma açmaya karar vermiş.
Halbuki “bir sanığın mahkemeye verdiği hiçbir delil, suç unsuru olamaz” diye hukukta hüküm vardır.
Savcı, bu hükmü es geçerek mahkemeye delil olarak sunduğum dilekçem için beni ifadeye çağırdı.
Savcıya ifade vermeye gittiğimde şunları söyledim:
“Sayın savcı. Siz eğer hukuktan haberiniz olsa böyle bir dava açamazdınız.
Benim bir sanık olarak mahkemeye verdiğim delili, kanun suç saymazken siz onu alıp nasıl benim hakkımda soruşturma açarsınız. Ben bu hususta size ifade vermiyorum. Bildiğinizi yapın.”
Sonra da kapıyı çekip çıktım.
Savcı, arkamdan dava açmış ve ne yazık ki mahkeme de kabul etmişti. Gerekçe ise bir hakime “Paralel örgüt mensubu” dediğim iddiasıydı.
Bu soruşturmayı açan savcı, daha sonra yaptığı bir yolsuzluktan dolayı meslekten men edilip cezaevine düştü.
Mahkeme günü elimde bir koli bandıyla gittim.
Hakim kadındı.
Mahkeme başlar başlamaz, “Hakime hanım size bir soru sormak istiyorum.” dedim.
Hakim, “Burada soruları biz sorarız.” dedi.
Ben de, “Hakime hanım. Sizin soracağınız sorulara cevap vermemi istiyorsanız önce benim soracağım soruya sizin cevap vermeniz lazım. Aksi halde bakın elimde koli bandı var, ağzımı bantlayıp size cevap vermeyeceğim.” diye açıklama yaptım.
Kafası oldukça karıştığı belli olan Hakime Hanım, “Tamam buyurun sorun” demek zorunda kaldı.
“Hakime Hanım. Ceza hukukunda tarif edilmemiş bir suçtan dolayı birine ceza verebilir misiniz?”
“Hayır?”
“Peki beni burada ne ile yargılıyorsunuz? Bir hakime ‘Paralel örgüt mensubu’ dediğimi iddia ediyorsunuz.
Kaldı ki bu benim bir mahkemeye verdiğim dilekçenin hukuksuz olarak alınıp suç aleti yapılmasıyla oluştu. Sizin bu davayı asla kabul etmemeniz gerekirdi.
Mesela paralel değil de yuvarlak desem de davayı kabul edecek miydiniz?”
(Ceza hukukunda bütün suçlar tarif edilmiştir. Tarif edilmeyen suçtan dolayı kimseye ceza verilemez hükmü vardır.)
Bu cevap karşısında şaşıran hakim, “Ben dosyayı bir inceleyeyim Selim Bey.” diyerek bir ay sonraya gün verdi.
Bir sonraki mahkemede, açılır açılmaz hakim kararını açıkladı: “11 ay yirmi gün ceza. Cezanın bir yıl ertelenmesine…”
Hakime Hanım sözünü bitirince, “Hakime Hanım. Cinayet işlesem bu kadar ceza vermezdiniz. Fakat sizin de bu cezadan rahatsız olduğunuz halinize yansımış. Koltuğunuza bile yarım oturarak cezayı açıkladınız.” dedim.
“Selim Bey. Bunun Yargıtay’ı var. Siz dilekçe verin temyize gönderelim. Haklıysanız orada aklanırsınız.” diye açıklama yapan hakime şunu söyledim:
“Ben dilekçe vereceğim ama süre tutum dilekçesi vereceğim. Gerekçeli kararınızı merak ediyorum. Bakalım orada ne uyduracaksınız. İsterseniz bir dava da siz açın.”
Gerekçeli karar 2 ay sonra çıktı ve Hakim, benim mahkemede “diğer hakime hakaret ettiğimi açıkladığımı” gerekçe göstermiş.
Bu tamamıyla büyük bir yalandı.
İki mahkeme olmuştum ve tutanaklar elimdeydi.
Bunları temyiz dilekçesine yazarak davayı Yargıtay’a yolladım.
2016 yılından 2020 yılına kadar Yargıtay savcılığında bekleyen dosya, bu tarihte kabul edilmek üzere Yargıtay’a sevk edildi ve ben şu an hala sonucu bekliyorum.
Eğer dava onanırsa Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkımı kullanarak bu hukuksuzluğu gidermeye çalışacağım.
Son olarak bir kanaatimi belirteyim:
Benim hesaplamalarıma göre FETÖ’nün yargı içinde 6 bin militanı vardı.
Bunlardan 4 bin 500’ü meslekten men edildi. Ancak 400 civarı yine mesleğe döndürüldü.
Bu hesaplarıma göre yeni girenler içindeki FETÖcüleri saymazsak hala yargı sistemi içinde FETÖ iltisaklı 2 bin civarında hakim ve savcı mevcuttur.
Ben, bilgilerime dayanarak bir kanaatimi belirttim. Bunları araştırıp bulmak devletin görevidir.
.
Selim Çoraklı, dikGAZETE.com