Günümüzün insanı öyle kendini düşünen, yalnızca “ben” diyen hale gelmiş ki nereye bakarsak bakalım öyle çok misallerle karşılaşırız…
Daha evden adımımızı atar atmaz bu misallerin içinde kendimizi buluruz…
Binamızda hayatımızı kolaylaştırmak için iki asansör bulunur, bizim de gün içinde o anda ona ihtiyacımız olur, ama maalesef başkaları aynı anda çift asansörü kendi katına çağırmıştır, siz biraz daha beklemek durumunda kalırsınız.
Oysa ki, hiç komşumuz düşünmez; aynı anda nasıl çift asansörü kullanacaktır acaba?...
Belki de acil olarak kullanması gereken komşunun hakkını gasp ettiğinin hiç farkında bile değildir; o sadece kendisinin kullanmaya daha fazla hakkının olduğunun zannıyla hareket ederek, çeker gider…
Trafikte arabanızla bir yere gideceksiniz hak-hukuk tanımaz o kadar çok sürücünün hareketleriyle karşılaşırsınız ki, sanki sadece yollar kendine aitmiş gibi sizi de zorda bırakacak durumlara şahit olursunuz…
“Bana nasıl yol vermezsin” diye silahlar konuşuyor; insanlar birbirini yaralıyor, öldürüyor…
Toplu taşıma vasıtalarında da küçük-büyük bilmezliği, saygısızlıkları had safhada…
Vatandaş kendisi koltuğa yerleştiği gibi bir de çocuğunu ayrı koltuğa oturtmuştur, yaşlı bir insan ayakta beklerken hiç oralı bile olmaz, elindeki telefonla kendini meşguliyete verir, seyahatine öylece devam eder(!)…
Neden bu kadar vurdum duymaz, hürmet ve muhabbet duygularının zaafa uğradığı hale geldik?
Neden yüreğimiz bu kadar her şeyi kaldırır hale geldik?..
Vicdanlarımız o kadar rahat ki hiçbir şeyin farkında bile değiliz!…
Yapılan her şeye duyarsız olmuşuz, ne olmuş, ne gitmiş hiçbir şey bizi ilgilendirmez olmuş; sadece “kendimiz olmuşuz”, sadece “ben”, sadece “bana dokunmayın ne yapılırsa yapılsın, ne olursa olsun beni hiçbir şey ilgilendirmez”, sadece “hep kendi önceliklerim herkesin ihtiyacının önünde gelir…
Maalesef dostlar, acı gerçek bu!...
Misaller o kadar fazla ki, hangi birini yazarsak yazalım yeterli olmaz…
Bu halleri her gün yaşıyoruz, görüyoruz ne yazık ki…
Toplumu oluşturan fertlerde; bir takım güzel vasıflar, hasletler olmazsa; hangi grup, hangi cemiyet, ne maksatla kurulursa kurulsun ayakta kalamaz…
Ömrü o kadar kısa olur, ne olduğunu anlamadan yerlerinde yeller eser…
Yok olup giderler…
Nice yeni evlilikler bir-kaç yılda yıkılıyor, nice vakıf ve dernekler üç-beş senede dağılıyor, nice dostluklar-arkadaşlıklar bozuluyor…
Hepsinin temeli çürük de onun için, hemen ufak-tefek meselelerde tarumar oluyor…
Azıcık esen rüzgârda savrulup gidiyor…
Bencil tutum-davranışlar; iyiliğin, güzelliğin, hoşgörünün, hürmet ve muhabbetin önüne set oluyor…
İşte gelin; bu büyük hastalığın, bu vurdumduymazlığın, bu saygısızlığın, bu bencilliğin reçetesini yazan Bediüzzaman Hazretlerine kulak verelim:
(…) ”Tohum olacak bir habbenin (tane, çekirdek) kalbi, yâni içi delindiği zaman elbette sümbüllenip neşvünemâ (büyüyüp, gelişme) bulamaz; ölüp gider. Kezalik, (böylece) eneyle (ben) tâbir edilen enâniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şuâ (ışık) ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz (zâlim, imansız, kibirli) ve Halık-ı Semâvat ve Arz’a (gökleri ve yeri yaratan, yoktan var eden Allah) isyan edemez. O zikri İlâhi sayesinde ene mahvolur.” (…) (Mesnevî -i Nûriye, Hubab, syf.94- Sözler yay.)
Evet dostlar bizler, kulluğumuzun şuuruna varırsak, yaratılışımızın gayesini bilirsek, nereye gideceğimizin farkında olursak; mesele hallolur…
Enaniyetimiz, hürmet ve muhabbetin önüne geçmemeli, güzel vasıfları yok etmemeli…
.
Osman Ovacıklı, dikGAZETE.com