Gelecekte geçen bir bilim kurgu öyküsünde; babaannesi, eski eşyaların arasında bulduğu bir kitabı hikayemizin kahramanı olan küçük kıza verir.
Nerede ise 100 yıllık, kağıttan bir masal kitabıdır bu.
Küçük kız, daha önce böyle bir kitap görmediği için çok şaşırır ve hemen babasına giderek kendisine okumasını ister.
Fakat babası da bu tür bir kitabı ilk kez, gençliğinde gittiği “Savaştan Önce” Müzesinde görmüştür.
Savaş, öyle yıkıcı olmuştur ki insanoğlu diğer duyularının önemli bir kısmını, işitme duyusunun ise tamamını kaybettiği için üstlerinde taşıdıkları ‘led’ tabletlere, kısaltılmış kelimeler yazarak iletişim kurmak zorunda kalmışlardır.
Babası da bu kitaptaki kelimelere yabancılaştığı için okumakta zorluk çeker.
Yıllar önce bu hikayeyi okuduğumda bir an, beş duyumun da yerinde olmasına gayri ihtiyari sevinmiştim.
Kitabı görebilmenin, dokunabilmenin, okuyabilmenin hatta kağıdın kokusunu duyabilmenin ne kadar önemli olduğunu düşündüm.
Günümüzde, öyle bir savaş yaşanmamasına rağmen, teknolojik gelişmelerin ve hırs, haz, hız üçlemesi ile derinleşen tüketim çılgınlığının duyularımızda ve duygularımızda hissedilir derecede bir azalmaya yol açtığını söyleyebiliriz.
Pandemi sürecinde koku ve tat alma duyularını kaybetmenin “covid 19 belirtisi” olarak gündeme gelmesi, duyularımızla ilgili duyarlılığımızı daha da arttırdı.
Duyular ile iletişim arasında önemli bir bağ vardır.
Sağlıklı bir İletişim için de, konuşma ve yazı dilinde kullanılan kelimelerin ve kelime sayısının büyük önemi var.
“TDK”ya göre 600.000 kelime haznesine sahip Türkçemizi, günlük konuşma dilinde 400 kelime ile konuştuğumuzu belirten uzmanlar, İngilizler için bu sayının 2.000 kelime olduğunu ve Türkçe için tehlike çanlarının çaldığını belirtiyorlar.
Özellikle gençlerimizde durum daha da vahim çünkü onların günlük konuşmada kullandığı kelime sayısı 200’ü bulmuyor.
Örneğin, Peyami Safa’nın kitaplarını 6.000 kelime ile yazdığını düşünürsek, gençlerin iyi kitaplar okumadığı da ortaya çıkıyor.
Eğitim sistemimizin de uzun süre, yazmak, okumak ve düşünmek üzerine değil de testlerde kutucuk işaretleme üzerine kurgulanması, bu sonuçlarda önemli bir paya sahip.
Türkçeyi öğrenmeden yabancı dile yoğunlaşmak da diğer bir sebep olarak öne çıkıyor.
Sosyal medya ve plaza dili bu şekilde devam ederse ortada Türkçe diye bir dil kalmayabilir.
Yazımızın başında yer verdiğimiz hikâye, uzak bir gelecekte geçiyordu ve çok kısaltılmış kelimelerle iletişim, kısıtlı bir şekilde yapılabiliyordu.
Kısaltma konusu, bugünden başlamış durumda.
İşe kelimelerden sesli harfleri kaldırmakla başladık.
Sosyal medyada “S.a” ve “A.s” başta olmak üzere, hepimizin çok kullandığı kısaltmalar ve emojiler yaygınlaştı.
Bunun yanında özellikle 8-18 yaş aralığındaki ergenlerin kendi arasında kullandıkları bir dil gelişti.
Birkaç örnek verelim:
Eyw: Eyvallah
pp: profil resmi
Napı10: Ne yapıyorsun
KİB: Kendine iyi bak
K.b.: Kusura bakma
Aeo: Allaha Emanet Ol
X:Sır vermem
Popi: Popüler
Bro: Abi,kardeş,birader
İmla kurallarını hiçe sayan bu ve bunun gibi kısaltmalar ve emojiler yaygınlaşınca, uzun paragrafları okumak ve kavramakta sorun yaşamaya başladık.
Düzgün metinler yazmak, imla kurallarına uygun ve kelime haznesi geniş, edebi değeri olan yazıları okumak ve anlamak zorlaştı.
“17 Temmuz Dünya Emoji Günü” olarak kabul edilmiştir.
Tamamı emojilerle bir kitap yazıldığını da belirtelim.
Sayıları 3.000’i aşan emojilerin yazı diline hakimiyeti arttıkça konuşma dilimizin nasıl bir hal alacağını düşünmek bile ürkütücü.
Örnek vermek gerekirse; “Derinden bakınca gözlerinize, neden başınızı öne eğdiniz?” şeklindeki bir cümlenin emojilerle ya da kısaltılmış kelimelerle kurulabilmesi ne derece mümkün olabilir?
Bu güzel cümle, zaten günümüzde “Biraz kestik diye oha falan mı oldun yani?” şekline geldi.
Bundan daha kötü hale gelmesinden korkuyor insan.
Diğer önemli bir konu da bizim kadim kültürümüzde çok önemli yeri olan kavramların hayatımızda yer almaya devam etmesi ve korunması için dilimizin de korunması gerektiğidir.
İngilizcede bile karşılığı olmayan gönül, vefa, namus gibi kelimeler ile sevgi, saygı, hikmet, irfan, erdem, hayâ gibi kelimeleri karşılayacak bir emoji mümkün görünmüyor.
“Şükür” kelimesi için bile şu anda başka bir kültüre ait bir hareketin emojisini kullanıyoruz hepimiz.
Vefa’nın sadece İstanbul’da bir semt adı olduğunu zanneden insan sayısı her geçen gün artmaktadır.
Yine de iyi tarafından bakmak ve en azından bu kelimenin unutulmaması ile teselli bulmak mümkün.
Hatta, son dönemde eski önemini yitirmeye başlayan ‘saygı’ ve onun gibi derin manalara haiz güzel kelimeleri, mahalle ve cadde isimleri olarak koymak iyi bir fikir bile olabilir.
Böylece unutulmalarını bir nebze de olsa geciktirebiliriz.
Uzmanlar çocuklarımızla iletişimimizin kopmaması için sosyal medya diline hakim olmamızı öneriyorlar.
Fakat onlara güzel Türkçemizi iyi öğretmek adına önce kendimizi geliştirmemizi, örnek olmamızı ve onları da kaliteli metinler okumaya teşvik etmemizi istiyorlar.
Bu yıl Yunus Emre’nin vefatının 700’ncü yılı.
UNESCO, 2021 yılında anma ve kutlama programlarına Bizim Yunus’u da dahil etti.
Ülkemizde de 2021 yılı “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” olarak ilan edildi.
Bu yılı iyi değerlendirmek için öncelikle dilimizi yozlaştıran televizyon programlarına, dizilere ve şarkılara değil, edebi değeri olan metinlere zaman ayırmanın faydalı olacağı kanaatindeyim.
Döneminin zorluklarına rağmen Türkçemizden ödün vermeyen Bizim Yunus, dilin önemi hakkında 700 yıl önceden bize sesleniyor:
“Sözünü bilen kişinin yüzünü ak ede bir söz. Sözünü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz.”
.
Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com