Din, biat ve tevekkül, ahlak tutarlılık ister, ikisinin de ortak amacı erdemli birey yaratmaktır. Bir kuraldır; erdemli insan tükenirse bozulma, yozlaşma ve değer yargılarının aşınması başlar, bir daha eski haline gelmesi mümkün değildir; toplum hem bireysel hem de ahlaken çökmeye doğru, kaçınılmaz sona yaklaşır.
Montesquieu ve Rousseau demokrasiye inanmaz, demokrasinin “Tanrıların ve meleklerin rejimi” olduğunu savunurlar, çünkü her ikisi de bozulmaz, yozlaşmaz ve değer yargılarını kaybetmezler.
Erdemin olmadığı bir yerde etik ve ahlaki değer yargılarından bahsetmek mümkün olabilir mi? Demokrasi işler mi?
Genel olarak insanlar, bozunmaz; Robespierre gibi kamu çıkarını değil Machiavelli gibi bireysel çıkarlarını düşünürler; bu sebeple, demokrasi denilen herkesin saf ve temiz duygularla kendini yönetmek için kullandıkları irade, nihai hedefine ulaşabilir mi?..
Nitekim bireysel çıkarını düşünen Kilise’nin seçkin din adamları, saltanatlarını devam ettirebilmek için, topraklarını kamulaştırmak isteyen Robespierre’i ortadan kaldırmıştır.
Machiavelli, siyasetin tabiatını incelerken ahlak kurallarını bir kenara koyarak, etik kuralların insan doğasına ve siyasete aykırı olduğunu yine bu saptamasını yaparken de ahlaka sırt çevirerek değil, onu soğukkanlı bir şekilde ele alarak, bilimsel bakış açısıyla ele alır.
“İnsanlar hakkında genelde şu söylenebilir: Nankör, değişken, içten pazarlıklı, korkak ve çıkarcıdırlar; onlara iyilik ettiğin sürece hepsi seninledir; yukarıda da dediğim gibi, gerekmedikçe kanlarını, mallarını, canlarını ve çocuklarını sana sunarlar ama bir gerekmeye görsün hepsi senden yüz çevirirler. Sadece onların sözüne dayanan hükümdar, başka önlemler almamışsa, ortada kalır ve yok olup gider; çünkü gönül yüceliği ile değil de para gücüyle edinilmiş dostluklar borç alınmıştır kazanılmış değil ve tam da gerektiği zaman kullanılamaz olurlar” derken halkın isteğinden değil, çıkarından bahsetmektedir.
Machiavelli, “amaca giden her yol mubahtır” şeklinde sığ düşünülebilecek biri değildir; siyaset biliminin kurucusudur ve kendi döneminde, Dışişleri Bakan Yardımcılığı yapmış çok donanımlı bir bürokrattır.
İtalya’da Ulus-Devlet kurabilmek için yalnızca ve yalnızca işaret ettiği yollarla buna varılabileceğini anlatmak için hayatının sonlarını, köylüler içinde sürgünde, dedikodu yapmaya mahkum edilerek harcamıştır.
Buraya kadar Demokrasi, Ahlak, Siyaset, Din konusunda konuştuk, vardığımız nokta şudur; insan belirli bir kalıba konulması mümkün olmayan, kendi kişisel çıkarlarını, etik ve ahlaki değerlerinin önünde tutan varlıktır.
O halde siyaset bilimi, ahlaka karşı değil fakat ahlak dışındadır, devam ediyoruz…
Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” kitabında temsili demokrasinin, küçük ve ayrıcalıklı bir grubun iktidarda olduğu yönetim şekli olduğunu; “Milletvekilleri milletin temsilcileri olamazlar. Vekiller, olsa olsa geçici işlerin görevlileri olabilir; kendi başlarına hiçbir kesin karar alma yetkileri olamaz. Halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılmaz. İngiliz halkı, kendini özgür sanıyorsa da aldanıyor, hem de pek çok; o ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür: Bu üyeler seçilir seçilmez, İngiliz halkı köle olur, bir hiç derecesine iner” derken İngiliz halkının vekil seçerken hangi vekil adaylarını kendi belirliyordu ve seçiyordu, vekil adayı olmak için adaylar arasında bir önseçim yapılıyor muydu?
Vekillerin seçilirken listelerin halkın iradesi dışındaki ekonomik güçler tarafında belirlenip, ehliyete, liyakata, donanıma bakılmayarak, 10 metrekarelik odalarda vasat, bilgisiz, niteliksiz insanların liste başı yapılabileceğinden hatta belli bir oligarşik yapıdan bahsediyordu.
Hiç kuşkusuz Rousseau, sürekli listelerde seçilecek vekillere, Tekele karşıydı, sürekli aynı kişilerin İngiliz parlamentosuna getirileceğini görmüştü, listelerde zengin ve nüfuzlu kişilerin bireysel çıkarları için kamu çıkarını bir kenara atabileceği, temsili demokrasinin “görünürde” halk yönetimi olduğunu bilmekteydi, zira doğrudan demokrasi, insanlık tarihinde çok kısa bir süre var olacaktı.
İngiltere parlamentosundaki yapısal bozulmayı tespit eden Rousseau, özel çıkarın kamu çıkarının yerini alacağını, siyaset mekanizması ile halk arasında kopukluk oluşacağını, demokrasinin yerini Tekellerin alacağını teşhis etmekteydi.
Zengin ve nüfuzlu kesimin yahut belli bir sınıfın, iktidarını devam ettirebilmek için önseçim yapmayacağını, demokrasinin bu nedenle “meleklerin rejimi” olduğunu iyi bilmekteydi ve en büyük korkusu da buydu.
Sınıfın ve egemenliğinin çıkarına aykırı hemen herkesin, siyasi hayatına son verilmesiyle, demokrasi diye bas bas bağıran insan da demokrasinin olmadığını tespit etmesiyle, yepyeni bir forma dönüşerek, kendi haklarını savunmaktan korkan, yalaka ve rahatına düşkün köle haline gelmişti.
Diderot, bu durumu çok güzel tespit ederek “Rameau’nun Yeğeni” adlı romanı yazarak, uygun eleştiri ile ortaya çıkıyordu.
Burada kalalım, özellikle demokrasi için mücadele eden Orta Çağ filozoflarının neden başarısız olduğunu, demokrasinin insan tabiatına uygun olmadığını, buradan çıkmanın zor fakat imkansız olmadığını ve çıkış yollarını başka bir zaman anlatalım.
Saygılarımla.
.
Av. Mustafa Çelik, dikGAZETE.com