Öyle sıdkı sıyrılır ki insanın, zamanla bazan ve bir zaman her şeyden, her yer ve herkesten..
Kaçıp gidesi, kurtulup bir daha geri dönmeyesi gelir o anlarda hep.
Gidecek bir yeri olmamak, yahut bir yer tasavvur edememek ya da gidilecek yerin farkında olamamaksa, gitmenin ötesinde ayrı ayrı dert.
Bir yol ve yoldaşlığa ram olamamaksa apayrı.
Gitmek-kalmak değil aslolan da.
Her nerede olursa hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bunaltan, yoran, zorlayan dalgalarla boğuşup, çırpındıkça, bir dua ile yüzmeye başlamak, gönülden fark edişlerle âlemin idrakine varmak ve her türlü hırçın dalgadan uzak, derinliğin sükunu ile huzura ermek asıl selamet.
Döneceği yeri bildikten sonra her gidiş-gelişin sonunun hayra ereceğidir muhakkak.
İnsan, kendisine giydirilen beden ve o bedenin dıştan dayatmalarla algıladıkları ile sınırlı sanır kendini; öyle olmadığı anlaşıldığında tanır kendini de etrafını da.
Bedenin tahakkümünden kurtuldukça, boğuşmak yerine sever belki üst üste gelen o dalgaları da.
Gecenin koynunda, günün boyunda, yorgun düşüp, bezginlikle daraldığın yahut kızıp gücendiğin, derinde sükun değilse de bir kıyıda soluğunu rüzgara salıp, şevk-i şükürle kurtuluşa ermek de olsa maksat, yıpratan o darbeler arasında bile kulakta esen ecinni vesveseyi değil, kalbinin sesini duymalı insan ki her dem, ne denli bir yükselişte olduğu bilinciyle yoğrulmakla, anın içinde boğulmaktan da öyle kurtulabile.
*
-çarptıkça devleşen dalgalar arasında
ya bir ummanın kenarında
ya ulu bir dağ tavanında
en eski surlarında, eskimeyen bir şehrin
ya bir kalenin burcunda
mezarlar, mabetler ya yaldızlı köşkler, taş konaklar otağında
ya bir kenar mahalle kuytusunda
sabrın ve sevabın civarında, kefaretin narında
sevdalı bir derviş uykusunda
sükuneti kendinde değil, kendine benzeyende bulanın,
baktığı her yere aksi vurur sanki gönüldeki sultanın-
*
Yalnızlık hissiyle yontulan, parça parça çoğalan kalbinde, hamd ile varılan ferahlık, Allahaşkına artan, kabaran bir muhabbeti de parazitlerden arındırır sonunda.
Her geçici süreçten alıp kendine kattığın ne varsa, taşırsan da içine attığın hiçbir şeyi dışına sarkıtmasan da sonunda dönülecek yerindir seni o muhabbetle sarıp sarmalayacak olan.
Her dalganın bir sınav kağıdı gibi gelip gittiğini görene cevher olur o gelen, Hızır yoldaşın, yer ve gök taşları sırdaşın olur, birikip desteler kalır geride sonra ki o muhabbet basamağı da derinleştikçe bir bir yükselmiş olur.
Bir karanlıktan bir karanlığa geçip duruyor insan ve ‘iki karanlık’ arasında alınan az bir ışıltıyla, az da olsa nefeslenebiliyor şükürle.
Ve insan, o ışıltı ile böylece insan oluyor…
Sonra gör bak nur yağar gecelere de gün ağar, açılır göz kapakları.
Desen de ki; “Bu ‘karanlık’ gecenin neresine asayım şu yamalı abamı?”
Büründüğün geceler sarılıp öpmeden bırakmaz ya; açık tut ki hep var olan gönülden gözünle gör o ‘karanlıkta’ da.
Dostun şifalı askısı var basan karanlığın önünde, öperek as hasretin hırkasını da.
Ol dostu dost bilene, dost olur dost bildiği de.
Bilirsin, ‘karanlık’ değil geceler görene; gecenin de kervanları var, köre ne!
Uzaklıksa dert değil de hep ukdesi içinde insanın, kendinden uzak olana dert gidiş-geliş de uzaklık da.
Derdin kendisi dermansa insana; derdi kendine yoldaş bilenedir o derdin dermanı da.
Sade insan değil, çürüdü bak toprağın rengi de…
Dert değil, derman ‘O’ ki birlikte olunca, katında ve hep yüksektesin…
Allah’ı yalnız bırakmamak esas görev, asıl farz…
De, o işte sultanım…
- Seni hiç yalnız bırakmadı ki Allah…
.
Yunus Fırat, dikGAZETE.com