Kusurum doğuştan sayılır ama dalgınlığım sonradan…
Elindekini kaçırmakla meşhurum.
Üstünde tepineceğim şeyleri görmemekte mahir.
Oysa umursamak kadar, umursamamak da mecal iledir.
Naili;
“Tasrîhe mecâl olmadı imâ ile geçdik” der.
Gibi sayınız.
Kusursuz bir kusurlulukla yaratılınca ben, “bütünün her parçası bütünden izler taşır” diye yazılır.
“Bu dalgınlıkla iyi yaşadın” diye okunur.
Oldum.
Çok geçmedi, hiç beklemediğim kapı önlerinden kovulup, hiç geçmediğim köprülerde çarpıştım.
Hiç konuşmadığım kişileri tanıyıp, hiç görmediğim rüyalardan uyandım.
Hayat o kadar mükemmeldi ki su gibiydi…
İnsan sesleri birer vızıltı, gözyaşı ve kötü hava şartlarına maruz kalanın kurtulma duasıydı…
İnsan sesleri, acıyı tekrar ettikçe güzelliğin bir parçası oluyor; yanlarından geçip gitmenin ama onlardan da bir iz taşımanın derin savrukluğunu yaşıyordum.
Sonuçta bir kalbim vardı.
Hiç şikayet etmezken, şikayet etmeyi hiç planlamazken, plan yapmayı öğrendim.
Sonra kendimden utandım.
Bu çok uzun sürmedi…
Dalıp gitmeyi buldum…
Bana; “bi saflık var sanki” demeseler onu da bulamazdım…
Çünkü…
Ne gelirse Allah’tandı…
İki elim, iki ayağım gibiydi kalbim…
Göğsünü rüzgara vermiş, doldukça sırtındaki büyük delikten kaybeden göğsünü genişledi sayan kalbim.
Ne şanslıydık yaşatıldığımız için…
İhtiyaçları kapının önüne konan mahkum gibi bekliyorduk çıkış gününü…
Olmayacak şey yoktu ki neden bekleyemezdik!..
Olan eksik miydi ki bekleye-yazdık…
Hayat, acıklı bir film gibi bana gücenmeyi öğretti.
Aslında acı çekmem gerek olduğunu, kusursuz bir delilikle sahiplendiğim dalgınlığımın acziyetim olduğunu…
Tüm hediyeler - lütuflar ısrarla insandandı.
Anlayamıyordum onlara verilenleri neden sattıklarını…
Bir genişliğe geldi sonra dünya…
Beni daraltan genişliğe…
Zaten genişliğin daralttığını, daralmanın genişlettiğini o arada öğrendim.
Kendi yazdığı metni okurken takılan beceriksiz konuşmacı gibi durup durup özür diledim Allah’tan…
Zira, bana yapsalar tokatı yerdi.
Çok sıradan bir seslenişin alkış aldığını, eğe-büke anlattığının duyulmadığını görünceki hayretimi size tarif edemem.
Ben kusurluysam bu olanlar neydi!..
Biraz bi havalar oldu; tabii o kadar da dalgın değildim yani…
Kusursa kadı kızında da vardı...
Sonra bir ses duydum…
Göklerimi yerle bir eden.
Daha olmadan, olacak olanın korkusu sardı içimi…
Oyun oynamayı bilmeyen ben oynayamadıklarımla…
Asla dediklerimi sürekli…
Susmak bilmez bir telaşla beni itti…
Yavaşlamaya çalıştıkça hızlandığımı o sırada öğrendim.
İtmeseler…
Minnettardım.
Ben biliyordum; nasıl ve nereden bilmiyordum.
Ama önünde küresi, gözlerini kısarak bakan falcı edasıyla değil…
Dün yaşamış gibi…
Bügün atlatmış gibi…
Bütün kusurumu büyük bir minnetle kabul edip, yarı yarıya dalgınlığımı kusur sayarak…
Kurtarılmış gibi.
Geldiğim noktada şaşkınlıktan aldığım son yaşı bilmiyorum…
Hayretten ve gülmeden atlatabildiğim bir dünya telaşını…
Sinirlerime yenik düşmeden fark edebildiğim her ‘an’ı ganimet sayıyorum.
Ben çok şanslı bir talihsiz…
Çok minnet duyan bir nankör olarak kusursuz bir delilik içindeyim.
Dalgın bir anınızda yanınızdan geçen ve dalgınlıkla size çarpıp düşen ve yardımınız olmazsa kalkamaz bir acizlik içindeyim.
Siz el verdiğinizde doğrulup, size bilmiş bir gülümsemeyle, sadece “Her şey Allah’tan” derim.
Kusursuz bir uyanıklık dilerim.
.
Arzu Leyal, dikGAZETE.com