Cumhuriyeti biz (mi) kurduk!?

Serkan Yıldız

8 ay önce

Cumhuriyeti Biz (mi) Kurduk!?

Gün bugündür!

Gün, en kutlu gündür!

Sayfa sayfa, koca koca, Atatürk resimleri paylaşma, özdeyişlerini kopyalayıp yapıştırma günüdür!

Bayrak günüdür! Tören günüdür! Rozet takma, kuaförde saç yaptırma ve hatta takım elbise giyme günüdür! Kutlama günüdür.

“Cumhuriyet’e” diye kadeh kaldırma günüdür! Hatta koca koca harflerle; “Cumhuriyeti biz böyle kazandık” diyerek afiş yayma günüdür!

“Cumhuriyeti biz böyle kazandık…”

- Nasıl kazandık?

“Yokluk içinde, fakirlik içinde… Acılar içinde… Yedi düveli dize getirip…”

- Eee?

“Ve sonra padişah ve avenesini, halkın üzerinden aldık ve yönetimi tekrar halka verdik…”

- Biz?

“Evet, biz tabii… Ne sandın?”

Moralinizi bozacak kadar realist olmak istemem Efendiler ama ne yazık ki cumhuriyeti biz kurmadık…

“Cumhuriyeti biz kazandık…”

Hayır, yanlış!..

Geçmişteki kahramanların fedakârlıkları, direnişleri ve kararlılıkları olmadan, onların yaşadığı acıların yüzde birini bile deneyimlemeden, bu tarihi başarıyı kendimize mal edemeyiz.

Hayır…

Biz yapmadık bunu… Biz değildik…

Hayır, biz yaşamadık o buhran dolu günleri…

O yoklukla, ter – gözyaşı – kan, tuz ve demirle terbiye edilmedik.

Biz, o açlığın ve zulmün dirhem kadarını bile görmedik…

Bizler koşmadık cephe gerisinden yıldırım gibi yarım-aksak ve eksik mühimmatla düşman üzerine…

Bizler çekip almadık mermi ıslanmasın diye battaniyeyi bebeğimizin üzerinden…

Bizler değildik çamaşırcılık yaparak biriktirdiğimiz kefen parasını “ordumuzun daha çok ihtiyacı var” diye çıkarıp masanın üzerine bırakan…

Çarıklarımızı, kendi ayaklarımızdaki çarıklarımızı, “Kemal’in askeri duydum ki çıplakmış, al bunlar da benden. Varım yoğun aha bunlardır” diyerek kaymakamlığa bırakan bizler değildik…

Günlerce at üstünde olmadık hiçbirimiz…

Belimiz tutmaz, kolumuz kalkmaz, gözlerimiz açılmaz olmadı o at üzerinde…

Aç kalmadık, açıkta kalmadık…

Üzüm hoşafı ve bayat ekmekle kumanya dağıtılmadı hiçbirimize…

Kavak yaprağı ufalayıp, gazete kâğıdına sarıp içmedik mesela…

Açlıktan ölen silah arkadaşlarımız olmadı!

Düşmana pusu kurmadık mesela; köyümüzün yamaçlarında ölme pahasına…

Milis olarak, “Yetti gari!” diyerek sarılmadık tüfeğe…

Kütahya / Emet köyleri iyi bilir bunlar ne demek?

Biz ise Kütahya / Emet’e gittiğimizde ‘Emet kebabı’ yedik… Geğire geğire…

O sarp kayalıklarda mevzilerde beklemedik günlerce… Soğukta – ayazda ve donmuş kar içinde…

“Sözüm kısa… Biz buraya niye geldik? Kaçmaya mı yoksa kalıp dövüşmeye mi?” diyemedik Diyap Ağa gibi meclis kürsülerinde…

Dimdik ve asırlık çınar gibi…

Kıvrıldık, eğildik, büküldük ve kırılmadık da…

Ateşten Gömlek”i edebiyat derslerinde dönem ödevi verildiğinde okuduk… Oysa bunu yazanlardan olmadık…

Silah kaçırırken vurulmadık mesela bir kayık üzerinde…

İsyan etmedik hiç, edemedik.

Bilemedik…

Bilmiyoruz ki nasıl isyan edilir?

Pembe ve ılık ruhumuz görmedi hiç böyle şeyler, yaşamadık çünkü öyle acılar…

Düşman top sesleri Ankara’dan duyulurken, Polatlı’ya değmişken çizmeleri, yastık altında sımsıkı tuttuğumuz mavzerlerimizle uykuya yatmadık mesela…

Hayır, Efendiler Hayır…

Cumhuriyeti biz kurmadık!

Afyon yanarken orada değildik…

Bozüyük, Aydın, Simav, Nazilli, Emet, Turgutlu, Salihli, Alaşehir, Gediz, Uşak…

Buralardaki zulmü görmedik hiçbirimiz…

Hiçbirimiz, düşman köye girdiğinde ölüm sessizliğinde yaşlılarımızı – kadınlarımızı – çocuklarımızı ahırda saman altlarına saklamadık; tecavüze uğramasınlar, başları kesilmesin, karınları deşilmesin diye…

Hayır!

Biz bunların hiçbirini yaşamadık…

Ordu kumandanıyken, tüm güç elimizdeyken emir subayımıza; “Duydum ki annemlerin parası bitmiş, evdeki halıları satsınlar” demedik, diyemedik…

Koltuğu kaptığımız an, önce evimizdeki halıları değiştirirdik biz!

Savaş ve vergi dışında ahalisi ve kulları aklına gelmeyen bir padişahın altında “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmadık hiçbirimiz… Bağırtılmadık… Görmedik bu günleri…

Konuştuğumuz – anladığımız ama yazamadığımız bir dil ile cebelleşmedik hiçbirimiz… Bir günde cahil kalmadık… Yüzlerce yıldır bu dil yüzünden zaten cahildik…

Kadınlarımız… Yüz yıllar önce “Hanım” derken “Avrat” demeye başladığımız kadınlarımızın hakkını, onlara vermedik… Veremedik… Düşünmedik bile… Aklımıza dahi gelmedi hiçbirimizin…

Modern dünyaya ayak uydurmak gibi kaygılarımız olmadı… Tarih, saat, takvim gibi dertlerimiz ise hiç olmadı…

Anayasa nedir bilmiyorduk hiçbirimiz…

Yasa? Hak – Hukuk – Haklarımız? O da ne? “Kadı efendi ne derse o’dur”, “Şeriatın kestiği parmak acımaz” diyorduk…

Dini, birkaç bezirganın elinin altından almak hiç aklımıza bile gelmedi… Anlamadığımız bir dilde, anlamadığımız bir yazı ile anlamadığımız kelimeler söylendi durdu yıllarca hutbelerden kulaklarımıza. Ve ayet – emir – farz belledik onları. İnandık onu diyenlere… Kendine göre çeviren ve çevirtenlere “Doğrudur” dedik “Hocadır, Ulemadır” dedik, inandık. Hala da inanıyoruz… Bunca şaklabanlık nedendir sanıyorsunuz?

“Aaa olur mu bizim şeyhin nefesi öyle kuvvetli ki” diyerek mahalle aralarında şifa dağıtıldığını sandık… Leğenlerle, güğümlerle koştuk şifa için… Ama ne şifa verildi ne merhem – ilaç? Canımızı zor kurtardık.

Ama “Onların” evet “Onların” bizim değil “Onların” aklına bunlar geldi, gelmekle kalmadı başardılar da…

Bilenmiş bir kılıç gibi çıktılar kınlarından… Ve hepimizin en hızlısıydı hepsi.

İlk namludan çıkanlar onlardı. Bir yandan ölüm bir yandan yağlı ilmek… Gık demediler! “Hürriyet” dediler “Ya istiklal ya ölüm” dediler!

Peki, biz ne dedik?

Ve bunları başaran “bizler” değildik Efendiler…

Bizler kurmadık bu cumhuriyeti… “Onlar” kurdu…

Yokluktan, açlıktan, fakirlikten ve zulümden, kan deryalarından çıkarak kurdular… Ve değerini de bildiler… Namus bildiler, şeref bildiler! Evlatları gibi sardılar, sarmaladılar o yeni doğmuş “Cumhuriyet”i

Peki ya biz? Bizler? Ne yaptık?

Ya da ne yapmadık?

Üzerimize düşen tek görev; “Bu fikre sahip çıkmaktı…” Başarabildik mi?

Ben size soruyorum; “Başarabildik mi?” diye…

Siz cevaplayın…

Padişah ve hilafet altında bireyliği elinden alıp, kul olmaktan isyan eden biz değildik. Kaldı ki biz başımızda bir “Padişah” bir “halife” olsun diye hala vızık vızık ötüyoruz sağda solda… Eylemlerde bağırıyoruz, en ufak bir fırsatta gündeme taşıyoruz! “Hilafet isteriz!” diye yırtıyoruz kendimizi, alttan yukarıya doğru tam ortadan!

Neden?

Çünkü biz, hiç “padişah kulu” olmadık… Birey olarak var olduk ve “kul”luktan “birey”liğe geçince kazanılan özgürlükleri bilmedik. Ve rahat gelip, malum yerlerimize batmaya başladı. Farkında olamadık ki bunların?

Hangisi iyidir hangisi kötüdür tecrübe edemedik? Bunları kazanmak için acı da çekmedik, çile de çekmedik, baskı da görmedik… Kan ise hiç akıtmadık…

Birileri…

Evet, O “birileri” sırf kendi yaşadıklarını biz yaşamayalım diye tabağımızdaki lokmayı aldı, çiğnedi, sindirime hazır hale getirdi ve bize verdi…

Ve şimdi biz beğenmiyoruz…

“Aaa bana ne bana ne… Ben padişah isterim…” diyoruz. Kim gördü padişahı bugün yaşayan insanlar içinde?

Kim yaşadı o günleri?

Yaşayan yok, gören yok ama anlatan çok… Oysa bilmiyoruz ki o ne menem bir şeydir!

Oysa sırf babasının azgınlığı ile dünyaya geldi, babasından düştü diye ahkâm kesecek biri olsa başımızda… Ve dese ki; “Hak da benim, hukuk da benim, kanun da benim… Bu benim atalarımdan gelen hakkımdır!” Ne dersiniz?

Bir şey demezsiniz… Demiyorsunuz… “Şehzadem…” diye hitap ediyorsunuz bugün bile… Görüyorum! Biliyorum! Ve o “şahzedem” dediğiniz adam, ilkokul dördüncü sınıf tarih bilgisine bile hâkim değil… O kadar bile aklı çalışmıyor… Ama siz ona “şehzadem” deyince eksik tamamlanmış sanıyorsunuz…

Düşünün o ziyan, o israf başımıza gelse…

İlk ne yapar sizce? İlk aklına ne gelir? İlk eylemi ne olur? İslam mı? Yahu adam, sünnet ile farz arasındaki farkı bilmiyor, size dinen ne faydası olacak?

Ama siz “Halife” ilan ediyorsunuz adamı dakikasında!

Ama yok! Haklısınız…

Çünkü siz bu kanlı doğumu yaşamadınız. Acı çekmediniz, sancı çekmediniz. Hazır lokma önünüzdeydi, çiğnediniz ve beğenmediniz. Neden beğenesiniz ki?

Ne emek verdiniz o lokma için?

Hiç…

Ve şimdi beğenmemeniz de çok normal değil mi? Emeksiz kazancın değeri bilinmez… Ve siz, bu özgürlükler için hiç emek vermediğiniz için kanınız bitlendi, kuduruyorsunuz; “İlle de hilafet” derken. Hilafetin nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyorsunuz.

Ve birileri kalkıp; “Manyak mısınız lan siz? Ne hilafeti? Bu resmen özgürlüğünüzün elinden alınması…” dediğinde ise onu taşlıyorsunuz… Kâfir ilan ediyorsunuz!

Hayır, Efendiler Hayır!

Cumhuriyeti biz kurmadık!

Cumhuriyeti bundan 100 yıl önce yaşayan, hilafetin en azılı sopasını yiyen, bundan bıkmış – usanmış ve tiksinmiş, parsel parsel vatanı satılmış – peşkeş çekilmiş o insanlar kurdu. Şenliklerle, bayramlarla, sevinç naralarıyla… Ve evet belki sarhoşlardı! Ve iyi ki de sarhoşlarmış!

Geçmiş…

Geçmişimiz güzel değil Efendiler bizim… İşgal var, kan var, hastalık – yokluk – açlık var, tecavüz var, kıyam var, katliam var. Yok sayılmışlık, aşağılanma ve hakaret var. Ve tüm bunları bitiren birde atalarımız var…

Atalarımız… Ceddimiz…

Şunu kabul edelim; “Ataları ve geçmişi ile övünenlerin patatesten hiçbir farkları yoktur. Çünkü ikisinin de tüm değerleri, toprağın altındadır…”

Biz ne yaptık?

Bırakın atanızı – ceddinizi ya da onların şanlı direniş tarihini… Siz ne koydunuz bunun üzerine…

Basit?

Çok basit soru?

Bizler hiçbir şey yapmadık hatta bir “cumhuriyet” fikrine bile sahip çıkamadık, koruyamadık…

Şimdi?

“Cumhuriyeti biz kurduk…”

Bakın ne demiş;

“Cumhuriyeti biz kurduk, onu koruyup – yüceltecek olan sizlersiniz…”

Görev belli…

Bizim kurmadığımız da belli…

Onu koruyup, yüceltmek dışında bir vazife beklenmemiş bizden!

Peki, onu koruyup – yüceltebildik mi siz ondan haber verin…

Hiç şüphe yok ki; “Cumhuriyet” geçmişin mirası, geleceğin sorumluluğudur.

Mirası aldık ve şimdi sorumluluğumuzu yerine getirme zamanı!

Şimdi değilse ne zaman? Bugün değilse hangi gün? Sen – Ben değilse kim?

Şu an!

Hep birlikte! El ele! Omuz omuza, görevimize sarılma zamanı! “Cumhuriyet’i yükseltme zamanı!”

Türkmen’i, Alevi’si, Kürd’ü, Şafisi, Boşnağı, Sünni’si, Göçmeni, Seküleri, Muhafazakârı, Yahudi’si, Hristiyan’ı, Ateisti, Komünisti, Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı, Laz’ı, Çerkez’i, vejetaryeni, etoburu, İzmirlisi, Vanlısı, Siyahı – Beyazı, kadını, erkeği, sarıklı, kalpaklı, erkek gibi kadını, kadın gibi erkeği, eğitimlisi, eğitimsizi, sanatçısı, işçisi, çiftçisi, emekçisi, fahişesi ve yükümlüsü, memuru, askeri, polisi, müteahhidi ve öğretmeni ve esnafı ve hepsi, hep birlikte!

Bir olma zamanı, birlik olma zamanı!

“Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…”

.

Serkan Yıldız, dikGAZETE.com

 

 

.

YAZARIN DİĞER YAZILARI