Ortaokulda dersler kötü gitmeye başladığında babam; “Adam mı olacaksın yoksa seni Muammer’e vereyim, tiyatrocu mu yapsın” derdi.
Herkes tamirci, berber, bakkal çırağı olmakla tehdit edilirken, ayrıcalığımın en baş nedeni bu kulak çekmedir.
Evet, Muammer Karaca babanemin öz kardeşi, benim de büyük dayım olur.
Odakule’nin karşı çıkmazındaki tiyatro binası, daha kendimi bilmezden beri oyun yerimdi.
O günlerin hitap şekliyle “Muammer Bey”, oyuncudan çok her şeyi hazmetmiş bir iş adamı, malikanesini ziyaretçilere lütfen açan bir Lord görünümüyle yer etmiş hafızamda.
İstiklal Caddesi’ndeki tiyatro da yüzlerce filme mekan olan Yeşilyurt’taki villası da, hatta Kadıköy iskelenin karşısındaki cephesi bir kaç kez yenilenen kavisli banka binası da yine akrabamız olan bir mimarın Perran Doğancı hanımefendinin imzasını taşır.
TV’nin olmadığı, gazetelerin sansür marifetiyle beyazlatılmış sütunlarla intişar ettiği, Türkiye Yayın Postaları’nın saat 19.00 ajans haberleriyle takip edildiği, ardından bitmez-tükenmez “Vatan Cephesi’ne katılanlar” listelerinin yayınlandığı günlerde, Muammer Karaca Tiyatrosu, politikadaki son dedikoduları, kapalı kapılar ve kasalar ardında olan-biteni öğrenebileceğiniz tek medya idi.
Uçuk pembe ve mavinin hakim olduğu salon, sizi hoşgörü ve mizahın pastel tüllerine sarıp, oyun boyunca hınzır ve keskin bir alayın suç ortağı olmanın, hafiften endişeli hazzına sürüklerdi.
Oyunun konusu ve adı hiç önemli değildi.
Karşınızda istimi üstünde bir lokomotif, zekasının diyetinden sebil kurmuş bir Muammer Karaca vardı.
Bilenler azdır, aslında oyunlarını aynı çıkmazın karşı köşesinde, büyüyünce “İSKİ” adı takılacak, Sular İdaresi’nde bir memur olan Beliğ Selönü isimli bi beyefendi yazardı.
Yazmak ona, bozmak Muammer Bey’e aitti.
Tiyatroculuğumda Muammer dayıma tek çeken yanım bu olsa gerek.
Onu anlatmak, minik anektodlarla daha kestirmeden gerçekleştirilebilir.
Karaca, genellikle “politik vodvil” diye adlandırılabilecek oyunlarının yanısıra Darülbedayi kökenli olması nedeniyle “Akademik Tiyatro”ya da hiç uzak durmamış, Devlet Tiyatroları’ndan çıkarıldığı sıra, Muhsin Ertuğrul’a da kucak açmıştı.
O dönemin modası “6 Oyunları”nda, Karaca Tiyatro’da yine Muammer Bey’in patronluğunda “Tahta Çanaklar” oynanıyor.
Oyun da bir tutmuş, kuyruk kıyamet.
Muammer Bey’in esas oyunu da bir yatmış ki o kadar olur.
Muammer Bey, her öğleden sonra tiyatroya geliyor, gişenin yanına sandalyesini atıyor, kahvesi elinde, kuyruktaki seyirciye dişlerinin arasından fısıldıyor;
-Bu oyuna bilet almayın, iş yok yaramaz. Ben de oynamıyorum zaten o oyunda.
Bir ara İstanbul Belediye Reisliği’ne aday olacağını söyleyivermiş.
Gazeteciler sıkıştırıyor.
- Muammer bey Belediye Reisi olursanız tiyatroyu bırakacak mısınız?
- Olur mu öyle şey! Gündüz belediyede çalışacağım, akşam da sahneye çıkıp kendimle dalga geçeceğim.
Ölümünün senesine İSKİ, tiyatrosunu yıkıp han yapmaya kalktı.
O zaman, benim de kurucu yönetim kurulu üyesi ve eğitim sekreteri olduğum TİSAN “Tiyatro Sanatçıları Derneği” bir karşı kampanya başlattı.
Bütün ustalarımız, tüm tiyatrocu dostlarımızla birlikte gezdik harabeyi.
Giriş kapısının üstündeki vitraylar kırılmış, tüm koltuklar sökülmüş, salonu enine kateden 0,75’lik uzatma kablosunun ortasındaki solgun seyyarın aydınlatamadığı memur yemekhanesi artıkları, koridorlara saçılmış eski program dergileri, afişler, siyah beyaz karanlık bir Fransız filminin kabus sahneleri gibiydi.
O zaman sesimize kulak verdi Belediye Başkanı Sn. Aytekin Kotil ve yıkım durduruldu.
Tiyatroyu yeniden yapmak Bedrettin Dalan ve oyuncu-mimar dostumuz Aytaç Yörükaslan’a nasip oldu.
Girişteki dükkanların kaldırılması, teknik donanımın yenilenmesi gibi olumlu dokunuşların yanı sıra, seçilen koyu kahverengi lambri bolluğunun getirdiği “Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı” havası, benim pek gönlüme yatmadıysa da salonumuza kavuştuk biz…
Biz…
Her köşesinde çınlayan çaydanlık gibi fokurdayan kahkahasıyla Adile Abla.
“Keşanlı”nın üçüncü perde dekorunun boyasını, yukarıda oyun başlamışken yetiştirmeye çalışan Metin Deniz!
“Salıncakta-ki- iki kişi” Yıldız ve Müşfik Kenter.
“Çöl Faresi”nde darmadağınık Genco Erkal, pasparlak, tıptıfıl!..
“Keşanlı Ali”miz Engin Cezzar, kavuşamadığı Zilha’sı Gülriz Sururi; “Müfettiş”in dekoruna yardıma gelip, bir pano arkasında sızan, bize şahin görünen “Kuzgun”umuz, Kuzgun Acar!
Ve daha kimler kimler!..
O sahneye çıkmamışları sayıp, iki satırda kurtulmak da var sayım-döküm işlerinden.
Muammer Karaca Tiyatrosu bizim, biz tiyatrocuların!
Herhangi bir bürokratın, daire başkanının değil!
Orası Muammer Karaca’nın!
Açılışında, motoru olmayan ‘döner sahne’yi çevirmek için kiralanan “iki Siirtli hammal”ın orası.
“Lüküs Hayat”ta ellerindeki cep fenerlerini, seyircinin yüzlerine tutup, herkesin açıklarını sayıp döken Muammer Karaca ve Tevhid Bilge’nin Karaca Tiyatro!
Ona göre!
Yoksa “Etnan Bey Duymasın”, “Demirel’e söylerim”, ne “Senatür” olabilirsiniz ne de “Uyandırma Bakanı”, “Lahmacun Cumhuriyeti”ne kaymakam bile olamazsınız!
Hele hele “Cibali Karakolu”na “Komser” ASLA!
-“Hayatta Oynamam” kitabımdan-.
Ulvi Alacakaptan, dikGAZETE.com