Bir zamanlar kadının sesi haram demişlerdi...
Bir zamanlar resim de haramdı...
Faizci devletten maaş almak da haramdı, emeklilik de...
Alkışlamak, Yahudi icadı; saz çalmak şeytan işiydi...
Büyüklerimiz öyle demişlerdi...
Bizler neyin doğru neyin yanlış olduğunu nereden bilecektik ki?..
Densizlik edip, karşı çıktığımızda hemen azarlanıp, aforoz ediliyorduk...
Gençler bilmez; bizler bir zamanlar bir başkaydık...
Bir zamanlar devletten maaş alanları tenkit ederdik; sosyal sigortalara kayıt yaptıranları uyarırdık... “Bu devlet”ten emekli maaşı alanları da kınardık...
Hâsılı faizci devlete karşı her türlü eleştiriyi yapardık... Çünkü devlet faizciydi; çünkü devlet genelevlerinden, kumarhanelerden aldığı vergiyle bize maaş ödüyordu!..
Bu örnekleri çoğaltabiliriz...
İşte bir zamanlar biz böyle düşünüyorduk...
Oysa başta imamlarımız, öğretmenlerimiz, doktorlarımız vb. çalışanlarımızın hepsi faizci sistemden besleniyordu; kimisi özel sektörden kimisi de devletten maaş alıyor ve de emekli oluyorlardı…
Geride kalan serbest çalışanlar ise paralarının temiz olduğunu varsayıyordu!..
Anlaşılan, olması istenenlerle olanlar arasında ikiyüzlü bir tutum sergiliyorduk... Bir zamanlar “kadının sesi haram!” diyorduk, oysa kadınlarımız herkesle konuşuyordu, hatta günümüzde tesettürlü hanımlar, yabancılarla konuşma bir yana, sokakta sigara bile içiyorlar.
Bir zamanlar “resim haram” diyorduk, ama yine de resim çektiriyorduk; şimdi ise daha ileri gittik canlı olarak görüntüler yayınlayan muhafazakâr televizyonlar kurduk ve materyalist anlayışla yayınlar yapıyoruz... Televizyonlarda daha fazla reklam almak için her türlü ahlaksız ve sakıncalı reklamı da yayınlıyoruz...
Bir zamanlar “saz haramdı!”, “Mute Destanı” adında bir bant tiyatrosunda “saz var” diyerek kasetlerin geri toplatılması, “Geleneksel Din”in hassasiyetini çok açık ortaya koyuyordu...
O zamanlar sazın şeytan işi olduğunu sanıyorduk, ama başka çalgılara şeytan hiç giremiyordu(!) Şimdi ise işi büyüttük, orkestralar kurduk.
Bir zamanlar alkış yaptığımızda büyüklerimiz bizi azarlardı, çünkü “alkışlamak” Yahudi icadıydı (!) Bir zamanlar sevdalarımızı da yaşadığımız olayları ve sırlarını da şeffaf bir şekilde ortaya koyacak ne şiirimiz ne de bir romanımız oldu...
Bizim yazarlarımız roman yazmaya çekinirdi, ben bile 20 sene geciktirerek, sonunda kaliteli ve gerçek bir roman yazabildim…
Solcular, gazeteler, mizah dergileri, insan düşüncesini geliştiren felsefe kitapları çıkarırlardı ve de ilginç filmler yaparlardı... Onlar, dernekler, sendikalar kurarlardı; biz ise hep seyrederdik, ama bir türlü yapma cesaretimiz ve fetva verenlerimiz olmazdı... Yasakları aşıp da orijinal bir eser ortaya koyamıyorduk... Her şeyden uzak durduk, gün geldi eğitim ve tecrübesizlik yüzünden çıkardığımız gazeteleri, dergileri, romanları, filmleri yüzümüze gözümüze bulaştırdık...
Televizyonları da aynı akıbete sürükledik, günümüzde teknik kaliteyi tam yakaladığımızda içeriği kaybettik...
Bir zamanlar siyasete girmek de dinen sakıncalıydı, nihayet Erbakan Hoca bu işin önünü açınca bu iş de haram olmaktan çıktı...
Seçimlerde ataklar yaptık, başa geldiğimizde her şeyi düzeltecektik...
Başa geldik, önce belediyeleri sonra hükümeti yönetmeye başladık... Devasa ihalelerle büyük paralar kazandık (bu işin çilesini çeken bizim gibiler hariç) Sermayeyi kazananlar villalar yaptırdılar, jiplerle gezmeye başladılar, artık fetvalar da materyalist sistemi meşrulaştırmak için müsait hale gelmişti...
Kur’an’daki “ihtiyaçtan fazlasını harcama!” ayeti unutuldu...
Geleneksel şekiller eşliğinde eylemsiz, ama bol dualı yeni bir kültürel din paradigması oluştu...
Sermeye arttıkça daha bir duyarsız olmaya başladık...
Yeni ilişkiler çıkarlara göre şekillenirken, menfaati olmayan dostlarla da merhabalar kesildi... (bizim gibiler unutuldu, zaten sanatçı olarak da yazar olarak da kimse bizleri çağırmadı) Telefonlarımıza dahi cevap veren makam sahibi dostlarımız olmadı...
Makama gelenlerin bir kısmı ise telefonlarını değiştirdi...Bir kısmı ise eskiden sahip olduğu her şeyi değiştirdi!..
Biraz da şımardık; büyük sermayelerle büyük televizyonlar kurduk, ama içlerini dolduramadık; ya da reklam almak uğruna materyalist uygulamalar yapmak zorunda kaldık... Personelimiz ise amatörlükten hiç kurtulamadı…
Zaten işçilerimize de açlık sınırının altında para veriyorduk...
İşi bilmeyen elamanların liyakati olmadığı ve de işsizlik korkusu olduğundan hiç de sesleri çıkmıyordu, materyalizm böyle bir şeydi işte...
Kısacası birçok şey değişti...
Kimi olumluydu, kimi olumsuz...
İnsanın öğrendikçe ve araştırdıkça düşüncelerini değiştirmesi doğaldır... Birçoğumuz geç de olsa bunu başarabildik...
Fikren olumlu hamleler yaptık ve kendimizi geliştirdik...
Bir zamanlar başörtüsü mücadelesi veriyorduk, sonunda başörtü savaşını kazandık, âmâ tesettürü kaybettik...
Yanlış anlaşılmasın, başörtülülerin çoğu asimilasyona uğramadı, ama erkekleri rakip görmeye başladılar...
Sadece ekonomide bağımsızlıklarını ilan etmediler, sosyal hayata da damgalarını vurdular...
Feminist bir anlayış peşine takılan aklıevvel hanımlarımız “İstanbul Sözleşmeleri” bile çıkarmayı başardılar...
Artık, rahat boşanacak ve sokakta sigara içecek kadar cesurlar...
Boşanmaların artmasının hiçbir önemi yoktu...
Annelerin çocuklarına bakmasına bile gerek yoktu...
Yeter ki anneler, ekonomi uğruna artık dışarıda çalışsınlar...
Artık, ev Hanımlarının evde çalışmaları yok sayılıyordu...
Yemek yapmak, ütü yapmak, çamaşır yıkamak, çocuk bakmak bir iş sayılmıyordu...
Oysa dünyada en büyük üretimi yapan annelerdi.
Bir anne, evde en az 5-6 meslek icra ediyordu...
Bir zamanlar evlerimizi otel gibi kullanmıyorduk, akşama kadar kapımız açıktı ve misafirlerimiz gelir, giderdi...
Evlerde yaşlılarımız da vardı; bize yol gösteren, bu güzel ve güvenilir, tecrübe abideleri rehberlerimizi huzuru olmayan huzur evlerine postaladık...
Eee, kadın dışarıda çalışacaksa çocuklara kim bakacaktı?..
Çaresi bulundu, kreşler açıldı, anneye ve de şefkate ihtiyacı olan çocukları sevgiden yoksun yabancı ellere teslim ettik...
“Anneliği bırakın” diye, tesettürlü Aile bakanlarımız tarafından teşvik ve yardımlar yapılarak, anneler sokağa itildi!..
Oysa evde annelik yapanlara hiçbir destek söz konusu değildi...
Sistemdeki materyalist anlayış, aileyi de vurmuştu...
Ekonomi uğruna maneviyat feda edilmişti...
Bir zamanlar para ve makam putuna değer vermezdik...
Para muhakkak ki önemliydi, ama para her şey değildi…
Ekonomiyi her zaman araç kabul ederdik, şimdi ise ekonomi her şeyi belirleyen önemli bir amaç haline geldi...
Helal, haram birbirine karıştı…
İnsanî değerler dediğimiz, doğruluk, dürüstlük, şeref, onur, haysiyet, merhamet, yardımseverlik, namus para uğruna feda edildi...
Konuşmalarımız bile değişti; TDK kurumuna destek vermeye başladık…
Bir zamanlar koşul, anımsamak, yaşam, olanak, olasılık diye konuşan solcu Ecevit vardı; biz ise kadim kelimelerimizi çöpe atan TDK’ye karşı çıkardık ve bu kelimeleri asla ağzımıza almazdık...
Bizim kesimin davranışları da konuşmaları da farklıydı...
Bizim kendi doğrularımız vardı, solun veya laikçi kesimin kendi anlayışları bize hiç benzemezdi... Ama şimdi muhafazakârlar da bu kelimeleri kullanır oldular... Üstelik münevver geçinenler, siyasiler vb. de karşı değirmene su taşıyarak, dilimizin bozulmasına destek verir hale geldiler...
Tuzu kuru muhafazakârların bir kısmı bu kelimeleri kullanmasa bile TDK’ye karşı tek kelime söyleyemiyor...
Yaklaşık 50 bin kelime kaybettik, TDK tarafından tasfiye edilerek çöpe atıldı, 50 sene önceki kitaplarımızı okuyamaz hale geldik…
Gençler kütüphanelerdeki kitapları anlayamaz hale geldi…
Kültürümüz ve tarihimizi gömdüler…
Ne hikmetse, kimseden ses çıkmıyor...
Daha doğrusu herkes, partinin karşı çıkmadığı ve desteklediği her şeyi kayıtsız şartsız kabul etmiş görünüyor...
Koşul, yaşam, olanak, olasılık, anımsamak kelimeleri muhafazakâr münevverlerimizin ve de siyasilerimizin dilinden de hiç düşmüyor...
Maşallah(!) Alan memnun, satan memnun...
Babam derdi ki: Sen zot, ben zot, kır ata kim verecek ot...
Kır ata ot veren ortalıkta kimse kalmadı...
Dil konusunda cesurca mücadele veren akademisyenlerimiz ve gerçek münevverlerimizin çoğu vefat etti...
Bu değerli insanların gitmesiyle, bu dava öksüz kaldı...
Üzülüyorum, ama bu kadar vurdumduymaz insana da güç yetiştirmemiz zor...
Dil kitapçığımızı bile basacak ve ücretsiz dağıtacak bir babayiğit bulamadık, yazıklar olsun...
Üzüldüğüm, ömrümüz geldi, geçti, mali imkânsızlıktan yeterince eser üretebildik, ama yayınlayamadık…
Lisanımız için 4 senede araştırıp, yazdığımız eser bile ortada kaldı...
İmkânı olanların da cenazeyi kaldırmak gibi bir niyeti yok...
Bir Yavuz Bülent Bâkiler, bir Raşit Anaral da yarın göçüp gidecek ve bu iş iyice ortada mı kalacak?..
Son yirmi senedir sermaye yığanların hiç mi kabahati yok?..
.
Raşit Anaral, dikGAZETE.com