BİLGE HÜKÜMDAR: FATİH MEHMET
Kritovoulos’un Grekçe yazdığı ve Fatih’e armağan ettiği kitabı, History of Mehmed Conqueror’da, Fatih için “Makedonyalı İskender’den aşağı olmayan bir lidersin”, “Gerçekten de sen, eylemle sözü ve akıl ile görkemi birleştiren krallar içinde bir tanesin veya pek azından birisisin; çünkü sen hem iyi bir kral ve hem de güçlü bir savaşçısın” diyordu.
Fatih Sultan Mehmed çok iyi yetiştirilmişti.
Babası 2. Murad Sultan, Mehmet’in çocukluğundan beri iyi eğitim alması için çağın ünlü filozoflarını getirmiş, Arapça, Latince/ Yunanca, Sırpça ve Farsça dil eğitimi almış, anadili gibi konuşmaktadır.
Fatih’in savaşta olmadığı zaman şiirle ilgilendiği, şehir planlaması yaptığı, filozofları çok iyi öğrendiği ve felsefe alanında kendini yetiştirdiğini biliyoruz; öyle ki ‘Stoacılık’ felsefesini benimseyerek, yıkıcı duyguların üstesinden gelmenin bir yolu olarak özdenetim ve metanetini geliştiriyor, öfke, kıskançlık ve hasetten arınarak doğayla barışık olmanın yolu, insanlar arası eşitliği savunuyordu.
Rum ve Latin eserleri ve tercümelerinden oluşan bir kütüphane oluşturmuştu. Batlamyus astronomisiyle yani Ptoleme; Mısır’daki Helenistik Krallık Dönemi’ndeki astronomiyle ve coğrafya ile ilgilenirdi.
Fatih’in, Hristiyanlık ve Greko-Romen Felsefesi üzerine danışmanlarından birisi olan Georgios Amiroutzes’ten Ansiklopedik Astronomik bilgi aldığı, ona bir dünya haritası (“Mappa Mundi”) hazırlattığı, bilinmektedir. (Burda bir parantez açmak istiyorum; Georgios Amiroutzes, İstanbul fethedilirken İstanbul içinden kenti teslim alması için Fatih’e çalışan casuslardan biridir, Müslüman olmuştur, iki oğlu vardır, birisi çok iyi Arapça konuşmakta ve yazmaktadır, harita işi onun el ürünüdür, İstanbul’un Fethi konusunda detaylandıracağız.)
Yine etrafındaki bilginler, araştırma yöntemleri üzerinde çalışıyor, Fatih’e sürekli kaynak kitaplar okuyordu; Bilge Mehmet Fatih, dikkatle dinleyen, çalışkan, azimli ve detaycı bir hükümdardır.
Okuma aşkına ve merakına sahip büyük filozoflardan biriydi; sürekli araştırma yapardı, yoğun çalışmalarında özellikle Roma Tarihini dikkatle inceleyerek İstanbul’u kuşatma ve ele geçirme planlarını zihninde tasarlıyordu.
Danışmanları, kitapları getirdikçe de planlarını şekilleniyordu.
Augustus’un bugünkü adıyla Korint veya Gördes Kıstağı olarak bilinen altı mil uzunluğunda bir mesafeden gemileri karadan naklettiklerini okuyor, tarihsel ve bilimsel veriler topluyordu.
Plancı olduğu kadar da hırslıydı, modern çağın bütün hükümdarlarına ve bürokratlarına örnektir, zaaftan kaçınıyor, görev sorumluluklarını biliyor, basiretli, güçlü kişiliğe sahiptir, hiçbir detayı es geçmediğini görebiliyoruz.
Bir yandan gemileri karadan yürütmeyi planlıyor bir yandan da top teknolojisini geliştiriyordu.
Topun çapını büyütüyor, vereceği tahrip etkisi dışında çıkaracağı ses ile savaş direncini kırmayı planlıyor, korku ve dehşet ile tartma yeteneğini silmek, biçmek ve tırpanlamak istiyordu.
Aklın, şok etkisiyle durduğunu “Freudyan” bilimselliğiyle tespit etmiş olması etkileyicidir.
Savaşın, “düşman direncini kırma sanatı” olduğunu çok iyi biliyordu. Şehrin moralce çökmesini, sürece kısaltmayı aklediyordu, devletin temelinin basiret, plancılık, dayanma azim ve kabiliyetinden geldiğini öğretiyordu; zayıf noktaları gördüğünden hiç kuşkumuz yoktur.
Doğu Roma İmparatorluğu ise o dönem çok güçsüzdü, Batı Roma bölünmüş, veba salgınıyla direnci kırılmıştı, Batı’nın dermanı yoktu ve bir yardım gelmesi imkansızdır.
Bir husus daha var; Doğu Roma, Batı’dan her seferinde yardım istiyor fakat “Birleşmezseniz yardım etmeyiz” şeklinde karşılık alıyordu; “birleşme”den kasıt, Ortodoks ve Katolik birleşmesiydi.
Kiliselerin entegrasyonu ile mezhepleri birleştirmek aslında egemenlik için asıl koşuldu fakat bahanesi muhtemel savaşta destek koşuluydu; Katolikler Ortodoksları kontrol altına almak istediler.
İstanbul’daki Patrik, Roma’daki Papa’nın hizmetine girecekti ve daha önce anlattığımız gibi Orta Çağ Kilisesi, tek parça halinde tüm alanlarda özgür düşünceyi, en sert şekilde kilitleyecekti, olmadı, mezhepler birleşmek istemediler.
Ayasofya, Orta Çağ’da mistisizmin sembollerinden biriydi; “Aya” sözcüğü “kutsal”, “Sofya” sözcüğü ise Grekçe’de “bilgelik” anlamındaki “Sophos” sözcüğünden türetilmiştir. Dolayısıyla “Aya Sofya” kelimesi, “Kutsal Bilgelik” ya da “İlahî Bilgelik” anlamına gelmekteydi; oysa dönemdeki rahipler daha evvelinden Orta Çağ yazılarımızda bahsettiğimiz gibi cehalet, bozulma, acz ve yozlaşma içindeki birer mistiğe dönüşmüşlerdi.
Hurafeler, cahil papazları daha da bilgisizliğe bürümekteydi. Meleklerin cinsiyetlerini tartışıyorlar, hatta bozulan hava durumunu bile meleklere bağlıyorlardı.
Ayasofya’yı koruyan meleğin ise koruma görevini bıraktığını, onları terk ettiğini, geri dönmemecesine gittiğini düşünüyorlardı.
Tümüyle mistisizmi, dinle birleştiriyorlardı. Bilimsellikten uzaktaydılar. Orta Çağ’ın kasvetli cehaleti, şehrin halkını da bıktırmıştı.
Din adamlarının baskıları, hem de fikir ve düşüncelerin salt dini terminoloji içinde sıkışmış olması, halkı papazlardan daha fazla sürüye dönüştürmüştü.
Bilim insanları azınlıktaydı, bilimsel akıl, görüneni daha düzenli bir biçimde alıyor ve kuramlar çıkarıyor, sıradan akıl ise hurafelerden önünü göremiyordu; o hiçbir şeyin farkında değildi; korku, kütlesel olarak duyum ve bilincin önüne set çekmiş, dibini ise dinamitlemişti.
Kimse aklı başında olanları, bilgeleri dinlemiyor, mistiklerle el ele Tanrı’dan onları kurtarmasını bekliyordu: İlahi kuraldır; Tanrı, akletmeyene asla yardımcı olmaz! Akledenlerin ise mutlaka yardımcıları olur; o halde yığınlar savunmasızdır.
Batı Roma, Mehmet Fatih’i küçümsemekte ve İstanbul’u fethedebileceğine imkân vermiyordu.
Fatih ise casuslarından gelen bilgilerle de planlarını hazırlamıştı, askerlerine de iyi bakıyordu; et, süt, yoğurt, bal, peynir, üzüm çeşitli meyveler, yeşillik, çorba ve ekmeklik unları veriliyor, uykularını almalarını sağlıyordu.
“Capinat” adı verilen keçeden mamul, yağmura dayanıklı, ince ve hafif montlar hazırlamıştı, özenle imal edilmiş kaliteli çizmeler yaptırmıştı, iyi atlar tedarik edilmişti, çok özenli besleniyorlardı.
Fatih, öyle bir sistem kurmuştu ki askerler asla emrinden çıkmaz, hayatları tehlikede bile olsa asla itaatte zafiyet göstermezlerdi, disiplinli yetiştirilmişlerdi, sayısız savaşlar ve zaferler hiç şüphesiz böyle bir orduyla başarılabilirdi ve Mehmet Fatih, savaş konusunda tam bir dehaydı.
İstihbarat elemanları mı?
Onlar, karşılarındaki orduyu 7/24 gözetleyerek her hamlesini bildiriyorlardı. Savaş hazırlıkları tamamdı ve geriye Bilge Hükümdar Mehmet Fatih’in işaretini bekliyorlardı.
Saygılarımla.
.
Av. Mustafa Çelik, dikGAZETE.com