Mavinin mor olmadığını kanıtlamanız gereken durumlar vardır; yeşil olmadığını da...
Morun, yeşil ve mavi olmadığını; yeşilin, maviden ve mordan olmadığını…
Hayatın acısı, yorgunluğu basit yaşayabilecekken nasıl oluyor da oluyor kısmında saklıdır
Nasıl oluyor da oluyor, nefes alıp verişimiz kadar büyük bir ikramın içinde, tıkırında, düzeninde giderken şöyle güzelce ağız tadıyla bir duramıyoruz nasıl oluyor da oluyor, bulup çıkarıyoruz bize en lazım gelmeyen, en kafa karıştırıcı, en yorucu, en acı şeyleri…
Hayat, zaten acısıyla tatlısıyla bize “geldiiim” diyor, ne diye, ne yaşayacaksak on dakika önce, bir yıl önce olsun diye uğraşıyoruz.
Gideceğimizin farkında mıyız; yoksa!..
Umarım farkında olduğumuz için istiyoruz, kaşınıyoruz yahut şad oluyoruz-dur.
Umarım tüm renkler birbiriyle karışınca oluşuyordur.
Umarım anlatabiliyorum-dur.
İlk yalanı atınca bir daha konuşmamalı aslında!
Yapacağımız en iyi şey sona saklanmışken…
Bir kendini gösterme çabaları…
Sanat bile ölünce anlaşılmıyor mu!
Sanırım ölünce anlayacağız.
“Dünya biz gezip görmesek de bizim içimizde” demişti yaşlı bir teyze bana.
Deniz kenarındaydık, o ayaklarını kuma gömmüştü.
“Nelere ulaştığın değil, neler zaten sende; Mühim olan bu” demişti mealen.
Eğer ben eksiksem beni ne tamamlayabilir ya da kim; ben tamsam nasıl eksilirim!..
Şu hani;
- Aslında böyle düşünmüyorum ama şimdi aslımı söylersem ayıkla pirincin taşını, o yüzden tabii ki size katılıyorum; ay efendim ne demek!
Hallerimizden, şu yerine göre giyinmek, yerine göre sevmek cahilliğimizden bildiğiniz, utanıyorum.
Bazen insanı küçük düşüren haberlerde de TV’nin sesini kısıyorum; evdekiler anlayamıyor!
“Boza ister misiniz” diyorum, “bakın bozacı geçiyor!”.
Ayakları kumda, kafası değil…
Tırnaklarını yiyenleri değerli buluyorum.
Bir de sinirlenince ağlayanları…
Tek-başınalığı bu ikisinden başka şiirce anlatan yoktur.
Onlar bu hayatın “Mümtaz” kişileridir.
Bir de değerini göremeyenler vardır!
Onlar bu gezegene yanlışlıkla düşmüş gibidirler.
Hayranlıkla izlerim onları…
Çay dolduruşları başkadır, kanal geçişleri, gazete okuyuşları…
Ne oluyorsa dışlarındadır.
Bir şey, onlarla birlikte ancak değerinden uzaklaşırsa olabilir.
Yahut gerçek değerine ulaştıkça…
Bahar geliyor mesela; onlar görürler!
Cüzdanlarındaki son kuruşu bir yoksula verirler…
Recep, Şaban ve Ramazan “Üç Yeşilçam Kahramanı” değildir!
Mutlulukta ağlarlar, acıda gülerler!
Adımları yavaştır, biraz dolambaçlı yollar seçerler.
Ama sizden daha çok şey görürler, yol boyunca…
Varacağınız yere zaten ikiniz de varacaksınız-dır.
Onlara güvenin.
Muhtemelen görüp - görebileceğiniz en sahici insanlardır.
Her şeyin konuşulduğu ama sonuca ulaşmadığı mecralarımız var artık…
Dünyadan giden gidene…
Sizce de çoklukta mı sır!..
Yoksa akibet dediğimiz büyük çukur, zamanla birlikte bizi de içine aldı da öğütüyor mu!
İsmine şiir yazılan hanımlar…
Uğruna dünya değişilen beyler…
Hey hanımlar-beyler!..
Bir elimde maden suyu, bir elimde çay…
Başka bir gezegenden bildiriyorum.
Aslında genellemeyi sevmiyorum.
Dondurulmuş yaz sebzelerinin kışın, dondurulmuş kış sebzelerinin yazın yendiği…
Bir şey organikse doğal sayılan…
En güzel kıyafetlerin özel zamanlarda giyildiği…
Misafir odaları, boş olmasından mütevellit yalnız.
Hastaneler dolu olmasından mütevellit yoğun.
Bilir kişilerin bilmediği…
Olur şeylerin olmadığı…
Divan şiiri yaşlıların…
Tanımak istendiğinde, sadece adını söyleyen gençlerin…
Nöbetler askerlerin.
“En iyisini yapın da görelim” siyasetin, ruhumuzla oynayan dizilerin…
“Çakma!” da olsa markanın…
Rekabetin gezegeninden…
Şeker çıkmadan önce tatlı krizi var mıydı!..
Ne olmuşsa bağımlılık…
Hadi biraz açılalım.
.
Arzu Leyal, dikGAZETE.com