Kitapları çok satan Ayşe Kulin, 2019 yılı Kasım ayında “Her Yerde Kan Var” adlı, tarihî roman türünde bir kitap yayınlamıştır. Editörü Mehmet Said Aydın. Evrensel Yayınlarından çıkmış ve İstanbul - Bayrampaşa’daki Melisa Matbaacılık tarafından basılmıştır.
Kitabın en büyük özelliği Hüseyin Avni Paşa hakkında aslı astarı olmayan yalan yanlış bilgilerden oluşması, Seraskerlik ve Sadrazamlık görevlerinde bulunmuş olan Hüseyin Avni Paşa ve ailesiyle alay etmesi ve onları, Türk halkının gözünde küçük düşürmeyi hedeflemiş olmasıdır. Tabii bu arada onun memleketi olan Isparta’yı da…
Yazının devamında ispat edileceği gibi Süleyman Şükrü (Seyahatü’l-Kübra 1907) kaynaklı bilgiler yalandır. Hüseyin Avni Paşa için “Eşekçinin oğlu, Kaba Türk, Türk” gibi onu küçük düşürmek, Sultanı eğlendirmek için, saray soytarılarının Abdülaziz huzurunda daha önce söylediği sözlerdir.
Turan Dağlıoğlu (Ün-Isparta 1940) kaynaklı, “II. Mahmut’un açtığı Harbiye mektebine Memiş Ağanın oğlu yerine, yanaşma Ahmet Ağanın oğlunun gönderilme” meselesi de tamamen yalandır.
Darbe meselesine gelince;
Abdülaziz, 30 Mayıs 1876 Salı günü hal’ edilmiştir. Bu işin başı Hüseyin Avni Paşa’dır. Bu gayet açıktır.
-Hüseyin Avni Paşa-
Hüseyin Avni Paşa, devlet için çok zararlı olmaya başlayan, kendi atadığı Seraskeriyle alay eden, horoz yarışı yapıp, kazanan horoza altın takan, anasının ve Rus elçisinin kuklası olan birini indirip, onun yerine yeğeni V. Murad’ı tahta çıkarmıştır.
Osmanlı’da ilk hal’ edilen Sultan Abdülaziz değildir.
Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim babalarına karşı darbe yapmışlar, onları yönetimden uzaklaştırmışlardır. Genç Osman’a karşı da hazin bir darbe yapılmıştır.
Siyasi tarih darbelerle doludur.
Sultan Abdülaziz'in yönetimden uzaklaştırılması dönemin siyasi ve ekonomik şartlarından dolayı, devletin selameti ve bekası açısından kaçınılmaz olmuştur.
Sonuçta idare aksamamış, Abdülaziz gitmiş, Murat gelmiş, Murat gitmiş Abdülhamid gelmiştir.
Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz'in yönetimden uzaklaştırılması yani hal’ işini, Osmanlı devlet geleneğine, zamanın ruhuna ve cari İslam hukukuna uygun şekilde fetva alarak yapmış ve sonra da Abdülaziz’e iyi davranmıştır. Onun bu tutumu, bağımsız ve yansız kaynaklarda özellikle belirtilir. Mesela Mabeyinci Fahri Bey’in hatıratı İbretnüma bunlardan biridir.
Hüseyin Avni Paşa'nın iradesi haricinde olumsuzluklar yaşanmış
Feriye sarayında Abdülaziz’e yapılan kaba muamele ise Hüseyin Avni Paşa’nın bilgisi dışında güvenlik subayı ve askerlerce yapılmıştır. Bu kaba muamele için Paşa’yı suçlayabiliriz. “Daha iyi davranılsaydı Abdülaziz intihar etmeyebilirdi” diyebiliriz.
Abdülaziz’e yapılanların, tarihimizde Genç Osman, yakın tarihimizde Adnan Menderes’e yapılanların yanında esamisi bile okunmaz.
Saray beslemesi yalakalar, “yalan söyleyen tarih utansın” diye bas bas bağıranlar, en büyük yalanı uydurmuşlar, “şüyuu vukuundan beter”, yani günümüz Türkçesi ile bir şeyin dedikodusunun yapılmasının, onun gerçekleşmesinden daha kötü olmasına yol açmışlardır.
Abdülaziz, dirisi de, ölüsü de millete zarar veren namuslu, fakat yerini hak etmeyen bir sultanımızdır.
Sultan Abdülaziz’in intihar ettiğine dair deliller:
1- Ord. Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Mahmut Celâlettin Paşa’ya Dair” makalede Sultan Abdülaziz’in intihar ettiğini söyler (bk. Resimli Tarih Mecmuası, Ocak 1954, Sayı 49, s. 2840-2843-2844).
2- Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, “Sultan Aziz ve Oğlu Yusuf İzzeddin Efendi Nelerle İntihar Ettiler” adlı makalede Sultan Abdülaziz’in intihar ettiğini söyler (bk. “Tarih Konuşuyor”, Ocak 1966, Cilt 4, Sayı 24, s.1960-1961 ve 2014, Aylık Tarih Mecmuası-İstanbul),
3- Ord. Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Yıldız evrakını gördükten sonra Abdülaziz’in kesin olarak intihar ettiğini söyler (bk. Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal’ın 1968’de Türk Tarih Kurumu yayını, İBTERNÜMÂ: Önsöz).
4- Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, Sultan Abdülaziz’in intihar ettiğini söyler (bk. İBRETNÜMÂ: Önsöz)
5- Mabeyinci Fahri Beyin hatıratı: İBRETNÜMÂ. Fahri Bey, bütün baskı ve işkencelere rağmen efendisi Sultan Abdülaziz’in kendi canına kıydığını, yani intihar ettiğini haykırmaktadır.
6- Sultan Abdülaziz’in sağlığında Yıldırım Bayezid ve 3. Napolyon için “intihar etmeyip, esarete razı olduklarına dair” bu iki zatı kınayan bazı sözleri ve tavırları.
Kudretli ve cesur bir asker olan Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın başını çektiği bir heyetçe 30 Mayıs 1876 Salı sabahı hal’ edilen Abdülaziz, Topkapı Sarayı’na gönderilmiş, kendi ısrarı üzerine üç gün sonra, iki Haziran sabahı da ailesiyle birlikte Topkapı Sarayı’ndan Çırağan Sarayındaki Fer’iyye dairesine nakledilmiştir.
Abdülaziz, 4 Haziran Pazar sabahı, Alaturka 02.00, bugünkü saatle 10.20 sularında, herkesin ortalıkta olduğu bir vakitte, güpegündüz canına kıymıştır. Bu olaydan beş yıl sonra, düzmece bir mahkemeyle Abdülaziz’in intihar etmeyip, katledildiği iddia edilmiştir.
Bu sayede kendisi de bir darbeyle tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, Mithat Paşa ve çekindiği bütün zatları çeşitli cezalarla etrafından uzaklaştırmış, meclisi feshetmiş ve kendi idaresini kurmuştur. Abdülaziz öldürüldü diye mahkeme kurmak, sırf Abdülhamid’in bu maksadı içindir. Derler ki, bir kişi iki bilek damarını kesemez. Hâlbuki Uludağ Üniversitesi 2015’deki bir araştırmada, 41 intihar olayında; altı kişi iki bileğini de kesmiştir.
Sn. Kulin, ilk defa 1908’de eski harflerle yayınlanan ve 2012 yılında Isparta Valiliği tarafından yeni harflerle basılan Böcüzâde Süleyman Sami’nin Isparta Tarihi adlı yapıtını okumuş olsaydınız Hüseyin Avni Paşa’yı daha sağlıklı değerlendirmiş olurdunuz. Olayın canlı şahidi Böcüzâde’nin yazdıkları özetle şöyledir:
“1288 (M 1871) yılı Ramazan ayında Isparta'da oturmaya memur edilen Hüseyin Avni Paşa, mutasarrıf Hersekli Rıdvan Paşa’yı sık sık ziyaret eder, ciddî ve siyasî konuşmalar yapardı.
Bir gün, Paşa, telgrafhane bahçesindeki havuz başına oturmaya geldiğinde, mutasarrıf Paşaya haber yollayarak sohbete çağırmıştı.
Telgrafhane bahçesine gittiğimde, iki paşa karşılıklı oturmuş konuşuyorlardı. Rıdvan Paşa bana işaretle, arkasındaki sıraya oturmamı söyledi, oturdum ve konuşmalarını dinlemeye başladım.
Konuşmaları o sırada Dalmaçya eyaletine gelen Avusturya İmparatoruna Bosna-Hersek'ten giden elli kadar teşrifatçıya, İmparatorun gösterdiği hüsnükabul ve hürmetle, irad ettiği nutuk ve Hersek Hıristiyanlarının Osmanlılar aleyhindeki bazı sözlerinden ve hallerinden bahseden bir mektupla ilgili idi.
Rıdvan Paşa, bu mektuptan çok endişelenmişti. H. Avni Paşa kendisine hak verdi. “Avusturya'nın öteden beri Bosna-Hersek üzerinde gözü olduğunu, Napolyon'un baskısıyla Avusturya ve Rusya'nın, buradaki Hıristiyanları yeteri kadar Osmanlı aleyhine teşvik edemediklerini” anlattı.
Devamla “Napolyon'un Almanya savaşı sonunda sukutuyla, Rusya'nın Slâv-Hıristiyan ittihadını meydana getirmek ve Avrupa'dan bizi çıkarmak projesini uygulamaya başladığını, Âli Paşa'nın Fransa'nın mağlup olmasından telâşa düşmesinin sebebinin bu olduğunu” anlattı.
Avusturya ve Rusya'nın emellerine engel olunması için bu yerlerdeki askerî ve sivil idarelerin birleştirilerek bir elden idaresini düşünmüş olduğunu, fakat yeteri kadar okullu subay bulamadığını, Bosna valiliğinin komutanlıkla birleştirilerek Derviş Paşa'ya verilmesinden de iyi sonuç alınamadığını beyanla “Sizin memleketiniz -vali paşa o taraflı idi- Rumeli'nin kilidi gibidir. Orası elden giderse bütün Rumeli tehlikeye düşer” dedi.
“Bu bakımdan endişelerinizde çok haklısınız. Yalnız orası değil, bütün Osmanlı Avrupası’nın, Osmanlı devleti elinde kalabilmesi için yegâne ümit ve çareyi adlî ve mülki reformlar yapılması ve kuvvetli bir askerî idare kurulmasında ve İslâmların birlik ve beraberlik içinde olmalarında görürüm. İnşallah bunlar yapılır da endişeleriniz de kalkar.
Yoksa şimdiki devlet idaresinin bu suretle devamı, devletlerce birinci derecede ele alınan kuvvet dengesi ve ekonomik denge hilâfında, bilhassa Sarayı Hümayun'un israf ve borçlanma ile idare-i maslahat alışkanlığı, alınan borçların verimsiz yerlere harcanması baki kaldıkça bir şey yapılamaz. Hatta maaşlar bile verilemez, gide gide o güzelim yerler de elimizde kalmaz, belki Anadolu bile tecavüze uğrar.
Yunanlıların maksatlarını bilirim. Rusya ile İngiltere daima bu küçük hükümeti büyüterek ve kendi nüfuzları altında bulundurmak isterler. Bir vesile bulurlarsa, onları teşvik ve maksatları için kullanmaktan çekinmezler.
Bosna-Hersek'i, Sırbiye ve Karadağ'ı da bu hükümete karşı, kuvvetli ve müstakil, birer hükümet haline getirmek fikrindedirler, Allah o günleri göstermesin” diyerek, fikirlerini açıkladı (Böcüzâde, SS. 2012: 559-563, kısaltılmış).
Bu satırlar, Hüseyin Avni Paşa’nın ne kadar uzak görüşlü olduğunu gösterir. Nitekim 50 yıl sonra Yunanlılar, Anadolu’ya asker çıkardılar ve Anadolu’yu işgale kalkıştılar.
Sn. Kulin, Tarih öğretmeni Elazığlı Bilâl Sürgeç’in, “Medreseden Seraskerliğe, Gâzî Hüseyin Avni Paşa” (Semih Ofset 2012 Ankara) adlı yapıtını okursanız, yazdıklarınızdan hicap duyarsınız.
Dip lâkapları Odabaşızâde olan H. Avni Paşa’nın babası, Müezzinoğlu Ahmed, 70-80 yaşlarında olmasına rağmen 1842 yılı vergi defterine göre, 218 vergi mükellefi bulunan Gelendost’ta 32, akrabası Odabaşıoğlu Hüseyin 18, Müezzinoğlu Osman ise 13 üncü sıradadır; bu aile varlıklıdır ve yanaşma işi düpedüz yalandır.
1836 Nüfus sayımına göre “Müezzinoğlu Ahmed’in oğlu, orta boylu, ter bıyıklı Hafız Hüseyin, sinni 17” diye kaydedilen Hafız Hüseyin, Hüseyin Avni Paşa’dan başkası değildir.
Hafız Hüseyin, 1836 güzünde Harp okuluna değil, başında yeşil sarıkla, İstanbul Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde Müderris olan Yalvaç-Karaağaçlı (Şarkîkaraağaç) Seyit Halil Hilmi Efendinin yanına gönderilmiştir.
Hafız Hüseyin, dediğiniz gibi Abdülaziz’in babası II. Mahmud’un kurduğu Harbiye’ye değil, Medrese tahsili için İstanbul’a ve dayısının yanına gönderilmiştir. Medreseye devam ederken, Harbiye’ye kaydolmuş olan bir hemşerisinin teşvikiyle Harbiye’ye geçmiş ve Harbiye’yi birincilikle bitirmiştir.
Hüseyin Avni Paşa’nın annesi Ş. Karaağaçlı olup, aşağıda da görüleceği gibi Eğirdir’le ilgili bilgiler tamamen uydurmadır. O sıralarda Karaağaç, eğitim ve öğretim yönünden Eğirdir’den üstündür ve Gelendos köyü Karaağaç’a tâbidir. 15 kitabı bulunan ve Koca Rüştü olarak maruf, Ahmet Rüşdi Karaağacî (öl. 1837), mantık hakkında ÎSÂGÛCÎ şerhindeki kitabında, “Kim ona tutunursa/ onun kurallarına riayet ederek kullanırsa hidayete erer/ düşünmede ve düşündüklerini doğru ve tutarlı bir şekilde ifade etmede amacını gerçekleştirir. Hatta ister aklî, isterse naklî ilimlerin bilgini olsun mantığını kullanmaz ise kördür” der (Pehlivan, 2012: 10-11).
“Hüseyin Avni Paşa’nın (dayısı ve) hocası İstanbul’ca Mu’tezile demekle maruf vâkıf-ı fünûn-ı hikmet (ilim ve hikmet sahibi) Halil Efendi, Rüşdi Efendi Hazretlerinin mümtaz şakirtlerinden biridir”.
İlginç bir olay daha, “Isparta Mutasarrıfı a’lem-i ülemâdan Hersekli Ali Paşazâde Hafız Rıdvan Paşa, Sav köyü mesireliğine gitmek isteyen memurlara hitaben, - “Ispartalılar, Sav’a giden memur azl olunur itikadı vardır”. H. Avni Paşa ise “benim böyle şeylere itikadım yoktur” der (Böcüzâde, 2012: 216 ve 307 Isparta Tarihi).
Sn. Kulin, Hafız Hüseyin, herkese nasip olmayan bir ilim ortamında yetişmiştir. “Sav’a giden savılır” itikadına benzer batıl itikatlar bugün bile ortalığı sarmış haldedir. Bunu görmemek için kör olmak lâzım.
Böcüzade’nin naklettiği olay, H. Avni Paşa’nın müspet düşünce ve inancını sergilemektedir.
Elbette safsatalara inanan bir Saray, Avni Paşa’yı bünyesine kabul etmeyecekti; nitekim de öyle oldu ve o, birçok çirkin iftirayla görevden alındı.
“Köylü” diye, “Kaba Türk” diye, sanki Eşekçi olmak, eşek alıp satmak kötüymüş gibi, “Eşekçinin oğlu” diye alay edildi. Ağza alınmayacak ne iftiralar atıldı.
Şayet ona mecbur olmasalardı, tekrar göreve getirmezlerdi. Bütün bunlar, sarayı bir Türk’e çok gören azınlık psikolojisine sahip insanların ruh halini yansıtmaktadır.
Hüseyin Avni Paşa bir Türk’tü, ama karısı da bir Çerkez’di. Elbette, mantığı olmayan veya kiraya verenlerin, Avni Paşa’yı anlaması pek mümkün değildir. Hüseyin Avni Paşa, Rus elçisinin oyunuyla Çerkez Hasan tarafından katledilmeseydi, büyük ihtimal Boşnaklar ve Çerkezler, büyük mezalime uğramayacaklar, siz de, biz de, Karadeniz’den çıkan balıkları rahatlıkla yiyebilecektik.
Tuğgeneral İ. Halil Sedes’in, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı: C. 1, Askeri Matbaa, 1937 İstanbul” eserini okuduysanız, Hüseyin Avni Paşa’nın neden öldürüldüğünü muhakkak fark etmişsinizdir.
Hüseyin Avni Paşa ve Ailesi Hakkında Süleyman Şükrü’nün SARAY KAYNAKLI HEZEYANLARI
“Tahta Pazarı mahalline mekteb-i rüştiye yapılır iken çoktan beri harap ve metruk olan Burhan mektebi yıkılarak keresteleri rüştiye binasına sarfedilmek üzere kaldırıldığı sırada (…). Harabesinden bahsettiğim Burhan mektebi beyne’l-ahali hâlâ söylenmekte olan tuhaf bir vak’ayı hatırlatmıştır.
-Sultan Abdülaziz-
Cennetmekân Sultan Abdülaziz Han aleyhi rahmetü’l-gufran hazretlerinin zaman-ı saltanatlarında pertev alıp bilâhare irtikâp ettiği şemirr-sânilik ile şöhret-i raddiyesi âfakı tutan maktül Hüseyin Avni Paşa tahsîl-i ibtidâ’iyyeyi bu mektepte görmüştür.
Binaenaleyh kendisi Eğirdirli olmayıp Karaağaç kazasına tabi’ Afşar nahiyesinin Gelendost karyesinden Eşekçi Ahmed’in oğludur. Evvel zamanlar mekteb-i ibtidâ’iyyeden dahi mahrum ve cehalette pûyân bir karyede kademnihâde-i şeamet olduğu için pederi Eğirdir’e getirip kavaf esnafından Hacı Musa merhuma tevdi’ ve o zât dahi hayır yapıyorum zannı ile bu mektebe teslim etmiştir. Burada tahsîl-i ibtidâ’iyyeyi bade’l-ikmâl Dersaadet’e gittiğini haber alan bazı lâtifegû, bir sürü uyuz merkebi önüne katarak pazara gelen pederine tesadüf ettiklerinde; “ulan Eşekçi Ahmed, sıpayı İstanbul’a mı gönderdin” derler. O zaman ağa-yı nâzikter, yılışarak, “gönderdim ya orada kocaman olur da acı acı zırlar ise hepinizi korkutur” dediği meşhurdur.
“Eşekçi Ahmed’in şerrü’l-halefi hakkında hiss-i kable’l-vuku söylediği veche Hüseyin Avni nankörünün yavan yavan zırlamasındaki şeamet nihayet kendi başını da yedi” (Süleyman Şükrü, 2013: 35-36, Seyahatü’l-Kübra).
“Kendilerini Eflatun-ı zaman zannederek hikmet-i hükûmetten dem vurmak isteyen dinsiz, echel, sebuk-mağz, firarilerin medh ede ede doyamadıkları H. Avni Paşa, Mithat Paşa ve emsali zahiri güzel dağ elması riyakârların iç yüzlerini görüyor musunuz?
Böyle ahlâkları bozuk vükelâya padişahımız mülk ü milleti nasıl emânet ve emniyet etsin?” (Süleyman Şükrü, 2013: 226). (Sebükmağz: Hafif beyinli, akılsız, ahmak)
Sn. Kulin, birine aslan deriz sevinir, eşek deriz de üzülür. Bu gibi sözlerin insan nazarında bir kıymeti olmamalıdır. Ama gel gör ki, Sultan Abdülaziz misali birçoğumuz, bu ve benzer sözler söyleriz de, bu sözlerin ne anlama geldiğini, kimleri üzdüğünü hiç düşünmeyiz.
1833 yılında bölgeyi ziyaret eden Anglikan Papazı Arundel, Gelendost için şöyle der:
“Saat ikiyi yirmi geçe Gelendost kasabasına vardık. Kasabanın girişinde, kuru bir nehir yatağı üzerinde güzel bir köprü var. Afşar köyünde pazar günüydü (9.11.Cuma), hanın odaları, akşamleyin dönmeleri beklenen Rum ve diğer dükkân sahipleri tarafından tamamıyla tutulmuştu. Biz de nazik bir terzinin teklifini memnuniyetle kabul ettik, terzi tezgâhını bırakıp bizi odasına yerleştirdi. (…) Gelendost’un hepsi Türk, yüzlerce ev ve iki cami var (1836 Nüfus sayımına göre üç). Gelendost, Isparta’dan Konya’ya giden yolun üzerindedir” (Arundel, 2013: 68-70).
Böcüzade (1851-1932), Eğirdir’deki Rüştiye ve İbtidaiyye mektebi için şöyle der:
“Mekteb-i rüşdî 1290 (1873) tarihinde eşraftan Burhanzâde Hacı Murad Ağa önde olduğu halde (…) yapılıp 1318 (1900) tarihine kadar yirmi sekiz sene zarfında (…) epeyce erbab-ı kalem yetişmiş idi. 1318 (1902) senesinde mekteb-i rüşdîye şakird yetiştirecek usul-i cedide mekâtib-i iptidaiyesinin tezyidi icap ettiğinden (…) İzmitli Hüsnü Bey vaktinde (1312-1318: 1896-1902) mezkûr mektep haraplaştığından ve darlığından dolayı yıkılıp yine o civarda karşı tarafına dahi vasi’ ve fevkani ve alt katı iptidai olmak üzere diğeri yapılmış. Ve mekâtib-i iptidaiye ve sıbyaniye-i saireden her biri mahallatta bulunarak kimi usul-i cedide veçhile talim ve tedris eden mekâtib-i resmiye haline ifrağ ve kimi tarz-ı kadime-i ana mektebi olarak ibka edilmiştir” (Böcüzade, 2012: 233-234).
Eğirdir Ansiklopedisi’nin yazarı Eğirdirli Nuri Güngör (1938-), 11.07.2019 günü yaptığım görüşmede Burhan Mektebi’nin 1850’li yıllardan sonra yapılmış olabileceğini; Burhanzâdelerin, “Yılanlıoğlu Şeyh Ali (öl. 1832)’nin” kızı tarafından torunu olduğunu söyledi ve “Süleyman Şükrü’nün 1918’den sonra da Abdülhamid aleyhinde yazmış olduğunu” Böcüzâde’den rivâyet etti.
Süleyman Şükrü’nün verdiği bu malûmat birçok bakımdan doğru değildir.
Gelendost’un Muharrem Mah. 201, Orta Mah. 187, Aşağı Mah. 206, toplam 594 nefer, kadınlar dâhil olmak üzere toplam 1200 kadar nüfusu vardır. Gelendost, halkı esnaf olan bir kasabadır. [Ab. (Arşiv belgesi) 1-2]
Gelendost adı, “kükreyen veya büyüleyen aslanlar” anlamına “Goe Leontos” adından gelir. Goe-Leontos zamanla Gelendos olmuş, o da 28. IV. 1930 tarihli üçlü kararnameyle Gelendost yapılmıştır (Topraklı, 2013: 133). Gelendost Firikya’da, sıcak suları olan, suyu kireçli bir köydür [Topraklı, 2018: 131, “Asya Eyaleti Neresidir” Hamideli Tarih 05; Ramsay, 1960: Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, s. 155, Md.76].
1- Üstte de görüldüğü gibi, Süleyman Şükrü’nün her satırı, Gelendost, H. Avni Paşa ve babası için hakaretle doludur ve bu hâl normal değildir. Onun 30 yıl önce ölmüş H. Avni Paşa ile bir meselesi olmadığına göre, bu satırlar, Abdülhamid’in affına mazhar olabilmek için yazılmış olmalıdır. Ayrıca 70-80 sene geçmiş olmasına rağmen bir ilk mektep talebesi, nasıl oluyor da, Eğirdir halkı ve Süleyman Şükrü’nün aklında kalabiliyor?
Bu besbelli ki, Abdülhamid’in gözüne girebilmek için uydurulmuş bir hikâyedir.
2- “Hüseyin Avni Paşa’nın tahsîl-i ibtidâ’iyyeyi Burhan Mektebi’nde okuması” ise tamamen yalandır. Yukarıda görüldüğü gibi Burhan Mektebi 1873’de açılmıştır, Paşa ise 1827-1832 yıllarında okumuştur. Diğer mühim bir husus da ibtidâ’iyye mektepleri, sıbyan mekteplerinin Tanzimat’tan sonra, “Maarif-i Umumî Nizamnamesi” ile 1869 yılında ibtidâ’iyyeye dönüşmesiyle ortaya çıkmıştır (Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 17. Baskı, s. 163) ki, Süleyman Şükrü’nün rivayeti külliyen yalandır.
3- Süleyman Şükrü’nün “mekteb-i ibtidâ’iyyeden dahi mahrum ve cehalette pûyân bir karye” dediği Gelendost kasabasının hanı, terzisi, üç camisi, üç imamı ve bir de hatibi vardır. Gelendost, halkı çulhadır (Kâtip Çelebi), nahiye merkezi olan Afşar’ın iki katı nüfusa sahip bir esnaf kasabasıdır. Gelendost, 1530 yazımında 146 haneli büyük bir kasabadır (bk. Arundel ve Ab.1-2).
4- Gelendost’ta 16. Asırda bile Muallimhane vardır (Cebeci-Topraklı, 2018: 16. Asırda Hamid Sancağı, s. 87).
5- H. Avni Paşa, 1836 Nüfus sayımında “Ahmed oğlu, orta boylu, ter bıyıklı Hafız Hüseyin, sinni 17” kaydedilir (Ab.1). Hüseyin, hâfız ve 17 yaşında, başında “seyyîdlik işâreti” (Mismer, 1975: 41) “yeşil sarıkla, dini tedrisat yapması için İstanbul’a gönderilir” (Mismer, 1975: 44). Süleyman Şükrü, bu konuda da “tahsîl-i ibtidâ’iyyeyi bade’l-ikmâl Dersaadet’e gitti” gibi yanlış ve yalan bilgi vermektedir.
6- Süleyman Şükrü, 1904’de ülkeden kaçmış, 1907’de de kitabını bastırmıştır. Halk arasında söylenen dediği, “Eşekçi Ahmed, sıpa, zırlama, anırma” hikâyesi olup, bu iftira, halk arasında Sarayca yayılmıştır.
7- “Eşekçi Ahmet ve Sıpa” benzetmesinde bir mantık hatası vardır. Sıpa, eşekçinin değil, eşeğin yavrusudur. Onun için “eşekçi ve sıpa” lâkapları, H. Avni Paşa’yı aşağılamak için Sarayca çıkarılmıştır.
8- “Sıpanın zırlaması veya anırması” meselesi de Süleyman Şükrü’yü ele vermektedir. Onun, bu ifadesi ve halk arasında yaygın söylenişiyle, Hüseyin’in babası tarafından Harbiye’ye gönderildiği ima edilir. Yani bu hikâye, Hüseyin’in asker olması hesabına göre yazılmıştır. Yalancılar, medreseye gönderilen birinin, anırması veya zırlamasının söz konusu olamayacağını hesap edememişlerdir.
9- 1831 ve 1836 sayımlarında Gelendost’ta sayılan Hüseyin (Avni), Eğirdir’de nasıl okuyabilir?
10- “Yalancının mumunun yatsıya kadar yandığı” gibi, Süleyman Şükrü’nün mumu da Osmanlı arşivinin tasnifiyle sönmüştür. 1842 yılı vergi sıralamasında 218 vergi mükellefi olan ve hane başı en çok 586, en düşük 75 akçe verginin alındığı Gelendost’ta, Ahmed Ağa ve 14 hane, hane başı 399 akçe vergi verir. Yani 27 hane ondan çok, 176 hane de ondan az vergi verir (Ab. 1-2). Görüldüğü gibi Ahmed Ağa, varlıklıdır ve yanaşma olacak birisi değildir. 1836 sayımında Hicrî 80 yaşında (1831’de Hicrî 60 yaşında) kaydedilen Ahmed Ağa, başkasının işinde çalışacak yaşta da değildir.
Ayrıca Hicrî 17 (M.16) yaşında bir delikanlı olan Hâfız Hüseyin için “sıpa, babası için de Eşekçi Ahmet” demek, akıllıca bir iftira değildir. Türk halkı, oğlu hâfız ve 80 yaşındaki biriyle değil alay etmek, ona saygıda kusur etmez. Gerçek dışı yazan birçok kalem, bu hususu gözden kaçırmıştır. Hatta bunlar, Türk toplumunda “Hâfızlık Merasimi” diye kuvvetli bir örfün olduğunu da unutmuşlardır.
11- “Müderris-i kiramdan Yalvaç-Karaağaçlı Seyyit Halil Hilmi Efendi, Hâfız Hüseyin’in dayısıdır. (Şarkî) Karaağaç (o sıralar), eğitim öğretim yönünden çok iyidir ve sekiz medresesi vardır” (Çelikdönmez, 2012: 183, 187). “Hüseyin Avni Paşa’nın hocası ve dayısı, İstanbul’ca mutezile demekle maruf Karaağacî Halil Efendi’nin hocası Rüşdî Efendi’dir” (Böcüzade, 2012: 216). Karaağaç Müftüsü Müderris Ahmet Rüşdî Karaağacî’nin, İsaguci Şerhi dâhil olmak üzere 15 kitabı, Antep, Denizli ve Akşehir’den talebeleri vardır. Hüseyin’i Gelendost’ta veya 4 bm mesafedeki Afşar Nahiyesinde, ya da Karaağaç’ta dedesinin yanında okutmak varken, Eğirdir’de okutmak da Süleyman Şükrü’nün yalanlarındandır.
12- Seyahatü’l-Kübra Abdülhamid’e övgüyle doludur. Övgüler, Hüseyin Avni Paşa’yı yererken de görülür. Süleyman Şükrü, bu hezeyanlarını Sultan Abdülhamid’in affına mazhar olabilmek için kaleme almış, ama buna rağmen, Sultan Abdülhamid’e kendini af ettirememiş, 1918’den sonra da aleyhinde yazmıştır. Onun af edilmeyişinde büyük ihtimal Hüseyin Avni Paşa’nın hemşerisi olmasının payı vardır.
13- Hüseyin önce medreseye gittiği hâlde; “H. Turan Dağlıoğlu, Memiş Ağa’nın oğlunun Harbiye’ye istendiğini, ama onun yerine Ahmed Ağa’nın oğlu gönderildi” (Dağlıoğlu, 1940: 1093; Uysal, 2015: 24-25) yalanını söyler.
İşte bir buçuk asırdır milletimizi meşgûl eden yalan hikâye ve yalancı hikâyecilerin encamı (!)
Sn. Ayşe Kulin’in bunları okuduğunda, toplumdan özür dileyeceğini ummak istiyoruz.
.
Ramazan Topraklı, dikGAZETE.com
Kaynaklar ve Tetkik Eserler
Ali Kemâl (2014): Paris Musâhabeleri, Yay. Haz. Kâmil Yeşil, 1. Bsk. Türk Tarih Kurumu-Esenyurt-İstanbul
Arundel, F. V. J. (2013): Anadolu’da Keşifler, Çev. Atabay Topbaş, Sistem Ofset-Ankara
Baykal, Bekir Sıtkı (1989): İbretnümâ: Mabeynci Fahri Beyin Hatıraları, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu-Ankara
Böcüzâde, Süleyman Sami (2012): Isparta Tarihi, Yay. Haz. Hasan Babacan, Isparta Valiliği-Isparta
Çelikdönmez, Ömür (2012): “Şarkîkaraağaç’ta Medrese ve Müderrisler”, Tarih ve Kültürümüzde Karaağaç, s. 175-196-BAKA-Isparta
Dağlıoğlu, Hikmet Turhan (1940): “Hüseyin Avni Paşa’ya dair bazı hatıra ve notlar”, Ün Isparta Halkevi Mecmuası, Cilt 7, S.80-81, s. 1093
Ersen B, Kahveci R, Saki MC, Tunalı O, Aksu I. (2015): 43 (1): 129-135). “Analysis of 41 suicide attempts by wrist cutting: a retrospective analysis . Eur. J. Trauma Emerg. Surg”.
Mismer, Charles (1975): Şark Dünyasından Hatıralar, Bedir Yayınevi, Diner Matbaası-İstanbul
Pehlivan, Necmettin (2012): “Ahmed Rüşdî Karaağacî: İsaguci Şerhi”, s. 1-41, Tarih ve Kültürümüzde Karaağaç, BAKA-Isparta
Sedes, İ. Halil (1935): 1875-1878 Osmanlı Ordusu Savaşları: 1877-1878 Osmanlı Rus ve Romen Savaşları, 1. C., Askerî Matbaa, İstanbul
Süleyman Şükrü (2013): Seyahatü’l-Kübra, Türk Tarih Kurumu-Ankara
Sürgeç, Bilâl (2012): Medreseden Seraskerliğe Gâzî Hüseyin Avni Paşa, Semih Ofset-Ankara
Topraklı, Ramazan (2013): “H. Avni Paşa’ya Dair Yeni Arşiv Vesikaları”, Sütkuyusu Baskını ve Ammûriye, s. 129, Sistem Ofset-Ank.
Uysal, Mustafa Ali (2015): Hüseyin Avni Paşa, Türk Tarih Kurumu-Ankara