Buymuş hayat dedikleri de…
Böyleymiş demek!
Ne olursa olsun, ne gelirse gelsin bütün mesele ölmemek.
Hakka hakikate değil, hakikatse bu değil; yalan yalan içinde, yalana teslim hayat.
Sus
!
.
.
Söylersen, söylediğin de yalan olacak.
Kim demiş yeryüzü rahat ve huzur mekânı diye!
Yaşamak nedir ve neydi ki de!..
Ölmemeye bunca hırs niye!..
Reçeteler dolanır elden ele, iksirin de bir sırrı, sınırı var.
Umarak ya da umarsız vara vara gidilen yolda çoğu, haddi ne kadar aştığının farkına bile varmadan nefes tüketip de Allah Allah diye defnedilir ya sonunda!..
Kalbe hüzün, göze yaş doldurandan öte, esas acı ayrılıksa ve büyük bahane de o acıysa…
Vuslatı da yok mudur her ayrılığın bir biçimde nasılsa…
Ömür törpüleriyle ömrü sürdürüp, tüketip, yaşayamadan; ya yaşadığının hissine varamadan, ya yaralanmış bir yanınla gene de fani selamete kavuşma sevdası ile yanıp tutuşma yolunda olmanın borcu ne ki.
Ol yalnızlığın girdabında; “Rabbena zalemna…”
İnan…
İman.
“Fezkürûni” emrini, bilenden bilmeyene, gün gün, ay ay kovalanan yıllara serpişen devasa yalan ve ihanetlerle yılgınlıklar üstüne bindirilen kamburun ağırlığı yorsa da ve bilse kulların kullara haksızlığından daha beterinin ne olduğunu insan…
Kitlesel ölümlerin o eski yoğun vakitlerinde bile bu derece, bu boyutta, böylesi bir bütün dünya ölçeğinde bir korku salgını var mıydı hiç!
Bir kulun, “Senin için ölürüm a sultanım…” demesinden öte; değil kimsenin kimse için, değil hakk için, hiçbir halde o yola girmemesi, giremeyeceğinin empozesi hiç bu derekeye düşürülmüş müydü acep.
Faniye de bakiye de bulaşan bulaştırılan yalanı söyleyenden çok, yalana inanan çok.
Hak nurunun tecelligâhı o gönüller yok edilemeyince, küstürülmeleri için her yol denendi deneniyor.
“Küresel şeytani plan” dedikleri ile salgılananla, ölümlerden çok ölüm korkusu ön cephede.
Bir de…
Göçüp gitmeleri, tek tek değil de adet olarak, sayı halinde bildirirsen, yığınları da o sayılar arasına tek tek katılmamaları için daha kolay inandırabilir, kolayca istediğin yere de istediğin gibi başka ölümlere de sürebilirsin.
Kimsenin kimse ile kimseler, kimsesizlerle muhabbettine de hoş bakılmaz olması bir yana, kem bakışlarla yahut nizamatla engellenir olmasının da bir hükmü yok; ta ki adaletin evvel-ahir tecellisi vuku bulana dek.
Aşıkları besleyecek düzeni yok eden plan, hak nurunun nüzul yeri o gönülleri alt etmeye, küstürmeye odaklı esas..
Şeytanla görüşüp, şeytanın mesajlarını taşıyan, şeytana uyanların mesajlarıyla çalkalanan, belki şeytana bile külahı ters giydiren dev dünya çekirdek çetesi…
Yüzlerdeki nuru yok edemeyince, düne kadar asla tahammül edemedikleri maskeleri o yüzlere geçiren bir dev.
Yenemeyeceklerini anladıkları insanı, nesil nesil giderek, sonunda her adımda kendilerine biraz daha uydurdukları, her basamağında insandaki o ilahi her bir esmanın birini yok ederek, alt ederek, esamesi okunmayan nesilleri üretme yolunu sürdüren bir devin piyasası bu.
Mesafelerle cezalandırılıyor insan!
Ve mesleği, işi, iştigali bir ceza gibi asılı insanın boynuna; ödünç vakitlerin kıymetini bilmeden ve vakit erteleyerek yaşamanın nasıl bir ceza olduğu da apaçık belli iken, iblisin insan eliyle insana şu ettiğine bak!
Tekrar be tekrar ifade edilen; “Mü’min kullarıma söyle…” hitabı İlahisine kulak tıkayıp, başka her türden sese kesilen kulaklarla işitilip, dile dökülenler sonucu, kulların kullara haksızlığından daha beterinin ne olduğunu da bilse ya insan…
Allah’a karşı o şeytani öfkenin, insanlara da giydirilerek mayanın bozulması, cehennemi azaba sürüklenmesi, karşısına ölümün kendisinin değil de korkusunun getirilmesi değilse ne bu hal.
Gösterilene esas duruşla teslimiyet değil, zerk edilmek istenene ram olmak da değil, duyargalarda oluşturulan o korkuyu, eceli itip bir yana, aklın ve gönlün idraki ile elele varmalı bir yere ki öylece durmalı karşısında o devasa azgınlığın değil mi ya!
Şeytan da bunca hayasızlığa şaşıyor bak!
Bıktık usandık bu insan kirinden, irinden…
Aslında fark edebilse insan, üretilen korku ile gözyaşlarının da gönül pınarlarının da elinden alındığını, aşkın bir karşılığının olmadığını sanmanın ve adı bile unutturulan “Melek-ül Mevt”in, Azrail Aleyhisselâm’ın vereceği bir selamın, hakkıyla geçmiş bütün bir ömre değer-bedel olduğunu.
Tanı ve test et kendi kendini, yarın aşkı da sevdayı da “şifa” diye teste tabi tutmadan başkaları.
Çoğu mü’min görünenin, Allah’a inanmadığını gören kaç kişi var civarında bak!
Biri bir zikir tutturur bir tenhada, derer esmaları dizilerle, katar gecenin kervanlarına nefesini…
Der biri; bir karşılığı var bu muhabbetin; “olmasa da!..” der öbürü, o hub deryası var ya!
Nasılsa geçip-gidecek bütün musibetlerin ve karanlığın sonundaki o nur, sabır ve dirayet ister…
Sabır ve tevekkülle de gecenin koynuna çarpar gözlerden süzülen…
Biri der; Cânım!.. Gecelerden de kara olsa günümüz; şükür ki gözümüzde yaş, gönlümüzde hep o aşk var…
Her biri bir tesbih tanesi olur gözyaşlarımızın.
Ay dolanıp duruyor…
Kimi de kalır -b-öylece bir yerlerde cefası ile...
Hep aynı yerlerde…
Aynı vehimlerde…
Parıldayan ay, her hali ile yerini bir öte hale bırakır ya…
Hayy Allah…
Hasta değil hiç kimse, hasta edilen bedenden atılmak istenen Tek Bir Ruh ve efsunlanan nefsi insanın.
Bedenden çok, ruhun katline kilitlenen katli hak olanların, katline maruz bırakılan insanlığın haline bak!
Hal bu ise…
Varsın sallansın celladın kılıcı enselerimizde.
İçimiz, dışımızdakilerden beter yerde..
İçimizdekiler, dışımızdakilere patlayası bir gebelikte…
Böyleyken, böyle giderken…
Allahaşkına…
Ahirete doğmak; aynı ana rahminden ayrılıp şu fenaya doğmak gibi değilse başka ne!
Öyledir madem;
De;
Biz ölmeyiz, ölmeyeceğiz!
.
Yunus Fırat, dikGAZETE.com