-Dünya Nefslerin, Ahiret Kalplerin, AIIah ise Sırların Sevgilisidir.- (Abdul Kadir Geylani)
Yer, Irak’ın başkenti Bağdat, Tarih, 2000’li yılların ilk çeyreği.
Ticari faaliyetler için Irak’ta bulunduğumuz süreç, her yönü ile gerçekten zor bir süreçti. Amerikalı askerlerin, her yeri alt üst etmeleri, “tehlike arz edecek bir şeyler mi arıyorlar, yoksa çok özel bir şeyin mi peşindeler” sorusunu insanın aklına getiriyordu hani, İşimiz ticaret olsa da insanı bir merak sarıyordu işte...
“Sizin aradığınız nedir” diye sorsan bir türlü, sormasan başka türlü diye düşünürken, en iyisi Bağdat’ı bu kadar özel kılan bir şey mi var? Varsa nedir? diyerek araştırma yapma noktasına geliyor insan.
Tüm açık kaynaklardan elde edilecek bilgiler ışığında özet olarak diyebiliriz ki;
BAĞDAT…
Etimolojisinden tutun da, İslam öncesi dönem, İslam dönemi, Selçuklu dönemi, Moğol ve Timur dönemi, Safevi dönemi, Osmanlı dönemi, Osmanlı sonrası dönemi ve tüm bu kültür ve medeniyetlerin geçişlerinde bıraktıkları katkı ve etkilerini, internet üzerinden kronolojik olarak takip ederek okuyabilirsiniz.
Birkaç yüzyıl İslam dünyasının bilim, kültür ve ticaret merkezi olan şehir, Abbasiler'e birkaç asır başkentlik etmiştir.
2001 yılında nüfusu 4 milyon 950 bin iken, Irak Savaşı sonrası nüfusu 2011'de 7 milyon 216 bin'e çıkmış.
Bağdat aynı zamanda Orta Doğu'nun Kahire ve Tahran'dan sonra en büyük üçüncü şehri olarak kayıtlarda geçmektedir.
Makalemizde Bağdat’ın tanıtımını yapmayı değil, bir zamanlar bilginin merkezlerinden birisi olan Bağdat’ta, maneviyat üzerine yapılan çalışmaların ne kadar geliştirildiğini, hatta iletişim alanında bile çağ açacak gelişmelere imzalar atabildiklerini konuşacağız.
Bağdat; “Gönül’den Gönül’e Konuşabilenler”in şehri…
Günümüzde birçok insan, kendi dünya görüşüne göre ya meditasyon yaparak ya zikir çekerek ya okuyarak ya da teknik ekipmanlar üreterek, bir şekilde kendi maddi ya da manevi iletişim yol ve yöntemlerini geliştirmeye gayret etmektedir.
Neden İletişim!?.
Çünkü, her şeyin kökenindeki hareketlenmeyi tetikleyen etki, “iletişim”dir.
Beden, kendisine gelen karar (frekans) üzerine, sanki kendi düşüncesi varmış gibi ihtiyacı olan bir programı devreye sokuyor. Beyin, böyle bir tecrübeyi yaşamamış olsa bile vücut bunu bir şekilde biliyor ve uyguluyor.
Anlayacağımız şu ki; İnsan bedeni, kendi içerisinde bağlantısal iletişim halinde ve beynine de çeşitli bilgiler aktarmakta. Galiba buna bir anlamda “iç ses” denmesi de mümkündür.
Bu noktadan itibaren, insanoğlunu sürekli olarak tetikleyen ve ilerlemesi için motive eden bu durumdan bahsederek hayata yaptığı katkı ve değişikliklere değinelim isterseniz.
Yerkürenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine, neresine veya hangi coğrafyasına bakarsanız bakın iklimsel şartlar, davranış kalıplarında ufak-tefek farklar oluşturmuş olsa da birbirlerine çok yakın yaşantı formlarına rastlarsınız…
Şöyle ki;
Birey, kendi yaşantısını belli bir disipline kavuşturduğu taktirde, sahip olduğu konfor ve standartların üzerine çıkabileceği gerçeğini keşfettikten sonra bedenine, manevi yönüne, hatta ruhsal yönüne dahi bir takım disipliner uygulamalar ile yön vermeye ve eğitmeye gayret etmiştir.
"Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun, O görünmez nesneyle doldur.
Yüreğin mutluluktan dolup taşınca, Ona istediğin adı ver; Mutluluk, Sevgi, Gönül, Işık, Tanrı…
İsim, gürültüden başka bir şey değildir. Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…” Goethe
İnsanoğlunun tüm bu gayretleri sayesinde iletişim (İç Sesini) yöntemlerini ilerletip geliştirmesi, “psikanalistlerden tutun, parapsikolojiye, psişik yeteneklere” vb. varıncaya kadar, bugün insanlığa unutturulmuş olan tüm üst düzey iletişim tekniklerine ve kabiliyetlere vakıf olabilmesini sağlamıştır.
Bu tür araştırmacı insanlar, böylelikle vasat yeteneklerin üstüne çıkmayı başardıklarından, farklı isimler ile anılmaya başlanmışlar, hatta vasat şekilde ilerleyen toplumun, kendi tutucu normlarını hayata dayatıyor olması, bu insanlara karşı çeşitli cezalandırmaların da uygulanmasına sebebiyet vermiştir.
Avrupa kıtasını Orta Çağ’ın karanlığına gömen anlayış “Din’in” kendisi değil, dini kendi çıkarları adına kullananların oluşturduğu sistem olarak görmek bizleri hakkaniyete daha da yaklaştıracaktır.
Hallac-ı Mansur’u cezalandıranın “Din” olduğunu mu düşünüyorsunuz!?
Hayır! Kesinlikle Din değil, dini kendi çıkarlarına alet edenlerin kurdukları sistem olarak görmek yine bizleri Hakkaniyete yaklaştıracaktır.
Kısacası;
Her kim Din’i kendi çıkarı için kullanmış ve sömürmüş ise etkili bir güce ulaşmayı başarmış ve içinde bulunduğu çağı, karanlığa gömerek insanlığın gelişmesini sekteye uğratmıştır. Bunları tarihe düşülen ders alınası önemli notlar sayesinde öğrenmiş oluyoruz.
Soru;
Osmanlı, Hakkaniyet yolunda gayret ettiği için mi, yoksa kendi hanedanlığının gücünü artırmak adına gayret ettiği için mi yıkılmıştır?..
Birçok bakış açısı, Türkler hakkında çeşitli önyargılardan oluşan bilgiler paylaşmaktadırlar. Putperest mi demediler, Şaman mı demediler, “dumanla mesajlaşıyorlar” diyenleri bile olmadı mı!? Öyle değil mi!?.
Aslında Türkler, bahsettiğimiz bu tür iletişim konularında çok ciddi yol kat etmiş değil miydi bir zamanlar, siz ne dersiniz?
Yanisi, Tanrı’nın koymuş olduğu KÖK kurallar ile insanlığa hizmet etmek üzere formatlanmış Türk devletlerini kurgulayan köklü bir düşünce sistematiğinin var olduğunu kim inkâr edebilir ki!?
Bu devasa miras birikiminin, “Osmanlı” adında bir hanedanlığa hizmet ettirilmiş olması, ibret alınası tarihi bir tecrübe olarak karşımızda durmaktadır.
Son Peygamber Hz. Muhammed, bir hanedanlık veya bir krallık kurmayı bilmiyor muydu ki, onun takipçisi olduğunu iddia edenler, geçmişte ve bugün bile krallıklarını ve hanedanlıklarını kurup insanlığı sömürmektedirler!..
Bu şekilde sömürülerek neleri unutmadık, neleri kaybetmedik ki!.. İşte “O” özelliklerden bir tanesi olan ve bilgi alışverişinde kullanılan “gönülden gönüle konuşabilme” yeteneğinin bir zamanlar var olduğunu biliyor musunuz!?
Kaybettiğimiz ne çok yetenek ve değerimizin olduğunu bir bilsek!..
Peki bu aldatmacalar sayesinde kurulan sömürü çemberini kırmayı “Kim” başarabildi?
Her şeyin birliği, Tanrı’yı anlatır ve tanımlar. Bundan dolayı, insanda her anlayıştan yeteri kadar olmalı kanaatinde olduğumuz bilinmeli deriz!
Atatürk “MU kıtası” ile ilgili araştırmalar yapıyor, ezoterik yapılar hakkında bilgiler topluyor, Dünyaya yön verebilmeyi başarmış etkili düşünce ve yöntemlerin analizlerini yapıyor, Savaş sanatlarına hâkim askeri bir kişilik. Anlayacağımız kendisine çok yönlü bilgi beslenmesi uyguluyor…
Silah arkadaşları ve Milletiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temellerini atarak kuranlar arasında Atatürk’ü kim nasıl değerlendirmektedir; kanaatimizce bunlar hiç de önemli değildir.
Çünkü bilinmelidir ki, Ülke kurabilmek kolay bir süreç olmadığı gibi köklü bir fikriyat birikimi de gerektirmektedir. Bununla birlikte, rekabet edilmesi gereken diğer devletlerin bilgi birikimi ve kullandıkları yol ve yöntemlere de vakıf olunması elzem bir durum olarak görülmelidir.
Tüm yolların kesiştiği noktada görüyoruz ki, hanedanlık (Osmanoğulları) idaresince unutturulan köklü gelenekler, küllerinden yeniden doğup, vücut bularak tarih sahnesindeki yerini almaktadır. Konumuz çok dağılmış gibi görünüyor olsa da aslında konunun özünden sapmadan etrafında dolaştığımızı söyleyebiliriz.
Kısacası; Hakkaniyet yolundan çıkartılan bir millet, tekrardan doğru rotasına sokulmak üzere Kurtuluş Savaşı ile formatlanmış ve yolunu-rotasını bulmuştur.
Lakin dikkat edilmez ise dün olduğu gibi bugün bile güzel ülkemize ve insanına yaşatılan durumun; Arap şovenizmi ve yayılmacı emellerinin, “din” adı altında kutsal kılıflar giydirilen cehaletin yutturulması (ALIŞTIRILMASI) çalışmaları olarak görmek zorundayız. Geçmişi anlatmaktan, tartışmaktan yorulduk, bugüne gelelim artık.
Onlar din kardeşi filan değiller, onlar İngiliz milletler topluluğunda olmaktan gurur duyan “Türk düşmanı ucubeler” olarak not defterimize kayıt edilmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş felsefesini anlamak ve kabullenebilmek, zihinsel sıçramalarını yapamamış bireylerin kavrayabileceği bir durum değildir.
Bu kavrayıştan uzak olanların yaptıkları yorum ve eleştiriler aslında gerçeği yansıtmadığı gibi aynı zamanda suçlayıcı temeller de oluşturmaktadırlar.
Son Söz;
Hakkaniyet çemberi içerisinde kalabilmek ve insanlığa hizmet etmeyi ön koşul olarak kabul eden bu anlayış ile birlikte, KÖK Kurallara dönüş yapılmak üzere yeniden canlandırma işlemine tabi tutulmuştur.
Bizlere unutturulan Nefes Alma, Utanma, Sosyal eşitliğin (Adaletin) yaşantımıza hâkim kılınabilmesi ve diğer kök kuralların da hayata katılabilmesi için atılan bu temelde ilerlenmeli ve inşa süreci, sekteye uğratılmadan devam edilmelidir.
“Ey Türk Titre ve Kendine Dön!..”
ÖZÜNE DÖNMEK BU ŞEKİLDE OLMAK ZORUNDADIR. TÜM KÖK KURALLARIN, HAYATIMIZA SİRAYET EDECEĞİ GÜZEL GÜNLERİ BİRLİKTE KARŞILAMAK DİLEĞİ İLE…
.
Ali Karani, dikGAZETE.com