Geçenlerde fark ettim, o ana kadar uzun süredir, iktidar partisine dair “artık söylenecek şey kalmadı” duygusu içindeyim ki, yaşattıkları mağduriyetler, oluşturdukları siyasi tabloya dair çok az şey söyler olmuşum.
Olan biteni, 2009 yılı ortalarından itibaren dillendirdiğim “sivil dikta” kaygısının gerçek olması ile neredeyse ‘doğal’ karşılar olmuşum, buna kendi yaşadığım mağduriyetler de dahil.
Bu durumun sonucu olsa gerek, kendimin de dahil olduğu ‘barış akademisyenleri’ konusunda, bir şaşkın tarafından da olsa, duyarsız kalmakla itham edildim.
O kadar ki, bu hukuksuz düzende yakın arkadaşım Osman Kavala’nın mahkumiyetini neredeyse ‘doğal’ buldum, HDP’lilerin başına gelenleri de.
O kadar ki, kısa bir süre önce, Aysel Tuğluk’un ciddi hastalığına rağmen tutsaklığının son bulması için düzenlenen ‘bin kadın’ toplantısına isyan duyarak ama ‘beyhudelik’ hissi içinde gittim.
Üstelik, iktidarın yaratmaya çalıştığı atmosferin tam da bu duygu olduğunu bildiğim halde.
Bugün geldiğimiz noktaya giden yolda, büyük payı olanların geçmişe dair hiçbir mahcubiyet göstermeden ‘muhalefet’ kanadına buyur edilmesinin de bu duygumu pekiştirdiğini itiraf etmek zorundayım.
Mesela, haraç mezat özelleştirmelerin çoğu ve bu arada Telecom’un Lübnanlı bir siyasetçi/iş adamına satılması altında imzası olan, 2019 yılına kadar iktidar partisi içinde yer alan, Ali Babacan’ın ekonomi konusunda esip savurması gibi.
Mesela, Başbakanlık eski sözcüsü Akif Beki’nin, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gezisinde boy göstermesi gibi olaylar, insanda “kiminle, kime karşı ne söylüyoruz?” bıkkınlığı yaratıyor.
Diğer taraftan, bugün içinde yaşadığımız darboğazın Türkiye’nin yakın tarihini temize çıkarmaya yarıyor olması, beni fazlasıyla kaygılandırıyor; ikide bir bunu hatırlatmaya çalışıyorum.
Pek çok durumda, insan, “kimlere karşı, kimin yanında duracağız?” tereddüdünü yaşıyor. Ancak, son olarak, İçişleri Bakanı Soylu’nun, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ile giriştiği polemiği aynı duygular ile izlerken, bu duygunun sadece bana değil, mevcut iktidara muhalif pek çok insan için de geçerli olduğunu düşündüm.
Bence, doğrudan ve açıkça ifade bulmasa da bu duygu ve tereddütler, güçlü bir muhalefet bloku oluşturma konusunda ciddi bir dalgakıran etkisi yaratıyor.
“Nasıl aşılır?” sorusuna cevap vermek zor ama Türkiye’nin kurtuluşu bu cevabı bulmaktan geçiyor.
Kendim de dahil olmak üzere, birinci şart mevcut iktidara muhalefet konusunda mızmızlıktan vaz geçmek gibi görünüyor. Ancak, bu noktada da en geniş muhalefet hattının kimin öncülüğünde olması gerektiği sorusu, parti/kişi rekabetleri ile gölgeleniyor.
Bu noktada, ana muhalefet partisi CHP’nin ağırlığının kabul edilmesi ile işe başlanabilir.
Muhafazakâr seçmeni kaçırmamak için, henüz bir oy dahi almamış bir partinin bile masanın eşit ortağı gibi görülmesinin alemi yok.
Aslında, “altılı masa”da ciddi bir seçmen desteği olan bir diğer parti olarak İYİ Parti’nin de ağırlığını kabul etmek gerekiyor. Karamollaoğlu, Davutoğlu ve Babacan’ın vereceği destek, sembolik açıdan önemli olabilir.
Ancak, CHP de dahil olmak üzere, “altılı masa”nın tüm partilerinin, bu gerçekler çerçevesinde yola devam etmelerinde fayda var.
Diğer taraftan, muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı illa Kılıçdaroğlu olmak zorunda değil, ama özellikle İmamoğlu olmak üzere, bu parti çatısı altında belediye başkanı olan Yavaş’ın da öne çıkma yarışının da muhalefet cenahını zayıflatan bir durum olduğunu görmek gerekiyor.
Bu açıdan, İmamoğlu’nun seçim mitingi provalarını çok itici ve yıpratıcı buluyorum.
Son olarak, tüm muhalefet çevrelerinin, HDP ve onun ötesinde genel olarak Kürt meselesi konusunda, iktidarın yedeğine düşmekten bir an önce kurtulması, bu açıdan seçmenlerinin vehimlerini esas almak yerine, onları dönüştürmeyi hedeflemesi gerekiyor.
CHP’nin “kim beni terörle ilişkilendirebilir ki?” diye kükremesi lazım. İYİ Parti’nin, ‘Kürt’ lafından bile kaçmak yerine, “vatanseverlik Kürt meselesinden kaçmak değil, çözmek için çaba göstermektir” demek cesaretini göstermesi gerekir.
Biliyorum, akıl vermesi, söylemesi kolay, yapması zor. Ama ülkenin içinde bulunduğu durum, bilmem tekrar etmeye gerek var mı ama; ancak zor olanın başarılması ile aşılabilir.
Nüfusun yarısından çoğunun yoksulluk sınırının altında yaşamaya çalıştığı bir ülkeden söz ediyoruz.
Vatandaşlığını iki yüz elli bin dolara satan bir ülkeden söz ediyoruz.
Suçsuz, delilsiz, insanların tutsak edildiği, tutsakların hasta da olsa ölüme mahkûm edildiği bir ülkeden söz ediyoruz.
İçişleri Bakanı’nın, iş yerlerinde göçmenlerin ucuz işgücü, yani kaçak çalıştırıldığını ifşa ettiği, bir siyasetçiye “hayvandan aşağı” diye hakaret etmekte beis görmediği bir ülkeden söz ediyoruz.
Fazla söze hacet yok, daha neler neler ve doğrusu gerçekten de övündükleri gibi ‘hayal bile edemediklerimiz gerçek oldu’. Daha doğrusu, kabuslar gerçek oldu.
Akıbetimiz meçhul!
Gençler için tercümesi: Geleceğimiz belirsiz!
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
-yazı, aynı gün ‘politikyol’da yayınlandı-