Acemoğlu’nun Nobel'i
Daron Acemoğlu, iki ekonomist arkadaşı ile birlikte Nobel aldı ve bir Türkiyeli olduğu için, doğal olarak bizim için de tekrar gündeme geldi.
İtiraf edeyim; Daron Acemoğlu’na bir Türkiyeli ve çileli bir halk olan Ermeni, üstelik Anadolu kökenli bir Ermeni olduğu için büyük bir sempati besliyorum. “Türkiyeli” olmayı önemsiyorum, bu ülkede yaşayan herkes için önemli bir ortak payda olan Türkçe konuşuyoruz, tüm farklılıklara rağmen ortak bir kültür paylaşıyoruz. Dil, aynı ülkede yaşamış olmak, aynı yemekleri tatmış olmak ve daha pek çok şey, inkârı mümkün olmayan kalbî bir bağlantı oluşturuyor. Anadolulu Ermeni olmak da uzun bir hikâye.
Acemoğlu’nun annesi İrma Acemoğlu, eşi hukukçu Kevork Acemoğlu’nun anısına yayınladığı “Kevork Acemoğlu ve Ben İrma” başlıklı kitabının (İstanbul, Özal Matbaası, 1989) önsözünde, İstanbul’a dair anılardan çok kısa da olsa söz ediyor. Kitabın büyük bölümü ise Kevork Acemoğlu’nun çoğu hukuk konusunda kaleme almış olduğu yazılarından oluşuyor. Keşke anılar kısmı daha uzun olsaymış. Ne yazık ki bu ülkede Ermeniler anılarını bile yazmaktan çekiniyor, 6-7 Eylül olaylarını hatırlayan bir Ermeni dostum bir sohbet esnasında, tepki almamak için anılarını yazmadığından söz etmişti, haksız sayılmaz.
Düşünsel alan ise bambaşka bir konu. Nobel alması vesilesi ile Acemoğlu’nun düşünceleri üzerine konuşmak lazım. Ancak bu ülkede bu tür bir tartışmanın olmasını beklemek beyhude. İktidar çevresi mensupları, Türkiye’de mevcut siyaset tablosunu eleştirdiği için Acemoğlu’ndan hazzetmiyor. Muhalefet çevresinde ise aynı nedenle seviliyor, ‘büyük düşünür’ muamelesi görüyor. Her iki çevreden de röportajları dışında yazdıklarını okuyan kaç kişi vardır, merak ediyorum.
Acemoğlu kuşkusuz parlak bir zekâ, çalışkan bir akademisyen. Ancak büyük iddialar çerçevesinde yazdıklarının, söylediklerinin, doğal olarak bir de düşünsel arka planı var. Acemoğlu aslında ekonomist, ancak Nobel Ödülü’nü paylaştığı James A. Robinson ile birlikte yazdıkları, “Dar Koridor” ve “Ulusların Düşüşü” başlıklı çalışmaları, binlerce yıl öncesinden bugüne gelen bir tarih anlatısını temel alıyor.
Diğer çalışmalarında da bolca tarihi referans mevcut. Nitekim, Nobel ödülü de geçmişten bugüne uzanan anlatılarının “günümüze, geleceğe ışık tuttuğu”nu vurguluyor.
Aslında söz konusu olan klasik ve neoliberal tarih anlatılarının güncellenmiş halinden ibaret. Bu tür güncellemeler de Acemoğlu ve çalışma arkadaşlarına özgü değil. Soğuk Savaş sona erdikten ve liberal ekonomi ve siyasal düşünce, tarihi zaferini ilan ettikten sonra bu tür güncellemeler popüler hale geldi.
Klasik liberal tarih anlatısı, ulusların zenginliğini kapitalizmin başarısına bağlar, “demokrasi”yi bu ekonomik modelin siyasal izdüşümü olarak tanımlar. Bu anlatı, tümüyle yadsınamaz; modern ulusların zenginlik kaynağı sanayi devriminin ürünüdür, demokrasi, modern toplumsal hayatın siyasal kurumsallaşması üzerine inşa edilmiştir. Bu büyük tarihsel dönüşümün neden Batı Avrupa’da ortaya çıkmış olduğu, sonu gelmez uzun bir tartışma konusudur.
Diğer taraftan bu tarihsel dönüşümün neden önce Batı Avrupa, sonra Amerika başta olmak üzere, Avrupalı güçlerin “beyaz kolonileri”nde ekonomik zenginlik ve siyasal güç yarattığı, ancak dünyanın geri kalanında benzer bir gelişme olmadığı sorusu da bir büyük tartışma konusudur.
Merak edenlere söyleyeyim: Bu tartışmalar önemli ve zihin açıcıdır, ancak hiçbiri bu büyük sorulara tam anlamı ile cevap vermez, veremez. Zira, tarihsel gelişmeler çok boyutlu ve karmaşık süreçlerdir, kuramsal çerçevelerin içine sığmaz.
İşte bu tartışmalar, 90’lı yıllardan itibaren yeniden güncellendi. Acemoğlu ve Robinson’un çalışmaları da bu tartışmayı güncelleyenler arasında. Bu güncellemeleri, iki yıl önce, ‘K24’de yayınlanan “Best Seller Teoriler” başlıklı yazımda, özellikle Acemoğlu’nun kitapları çerçevesinde sorgulama konusu etmiştim. Bu konu önemli, çünkü tarih anlatıları aslında bugüne dairdir. “Ulusların zenginliği veya fakirliği”, “demokrasilerin başarısı veya başarısızlığı”na dair iddialar, zenginlik ve başarıya dair kural, model bulma çabasının ürünüdür.
Daha önemlisi, zengin ve başarılı olanı “meşrulaştırma”ya, olmayanı mahkûm etmeye yöneliktir. Liberal/neoliberal yaklaşımlar, zengin ve başarıyı “hak edilmişlik” çerçevesinde açıklar; diğer bir deyişle, “zengin zenginse bunu hak ettiği için zengin, yoksul yoksulsa kendi hatalarından dolayı yoksuldur” türü bir akıl yürütmedir. Tam tersi yönde bakışlar ise her tür sorunun sorumluluğunu başkalarına yükleme yönünde işleyen görüşlerdir.
Batı dışı dünyada yaşanan sorunların tümünü, kolonyalizm ve emperyalizme bağlamak bu türden bir yaklaşımdır.
“O değil, bu değil, o halde bu konulara nasıl bakmak gerekir?” derseniz, siz de haklısınız. Tüm etkenleri birlikte düşünmeye çalışmak bana daha doğru görünür. Mesela, Batı’nın zengin ulusların zenginliğinin sadece çalışkanlık, akılcılık, kurumsallıktan değil, aynı zamanda küresel talan, savaş ve şiddetten kaynaklandığını hesaba katmak gerekir.
Batı dışı ulusların yoksulluğunun ise, sadece kolonyalizmin, emperyalizmin tarihsel mirasından kaynaklanmadığını aynı zamanda dışarıdan musallat olan talancılarla yerel işbirlikçileri olduğunu, dahası her toplumda içeriden talanın varlığını hesaba katmak gerekir.
Özetle; Daron Acemoğlu’nun yaklaşımları, birinci akıl yürütmeyi yansıtan, zengin Batı ülkelerinin başarısını hep olumlu özelliklerine bağlayan liberal görüşün güncelleşmiş halinden ibaret diyorum. Bu bakışın demokrasi üzerine yorumu da aynı zeminde şekilleniyor; özetle kapsayıcı, çoğulcu kurumlar geliştirmiş toplumlar demokrasi, geliştirmemiş olanlar ise otoriter rejimler üretir sonucuna varıyor.
Dahası, “ekonomik zenginlik demokrasiye, demokrasi ekonomik zenginliğe ön açar” şeklindeki bilindik liberal tez, yeni tabirler ile tekrar servis edilmiş oluyor. Bu çerçevede de ayrımcı, otoriter siyasetlerin Batılı kapitalist ülkelerin gelişimindeki etkisi görmezden geliniyor. ^K24’deki yazımda, daha geniş yer verdim, bu yazıyı çok uzatmayayım. Sadece, en basit örnek olarak, 1960’lı yıllarının ortasına kadar ırk ayrımcılığını resmi olduğu ABD’nin “kapsayıcı kurumlara” sahip bir demokrasi olarak tanımlanması bile izah dışı kalıyor.
Ürettiği zenginlikte bırakın kolonyalizmi, emperyalizmi, köle emeği olduğu göz ardı ediliyor.
Bu haliyle, söz konusu olan bu tür yaklaşımların geleceğe ışık tutmak bir yana, geçmişi kararttığı gibi, bugünü açıklamak açısından fevkalade yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Mesela, dünyanın bir kez daha savaşlar ve çekişmelerin yükseldiği bir sürece girmiş olmasının, sadece Rusya ve Çin gibi ülkelerin otoriter rejimlerinin saldırganlığı ile açıklanıyor olması yanıltıcı.
ABD’nin küresel hegemonyasının bir kez daha pekiştirmek adına savaşlara ön vermesinden hiç söz etmediği için yanıltıcı. Batı ülkeleri içinde popülist, ırkçı, otoriter siyasetlerin yükselmesini, bu ülkelerin demokrasi zaaflarını görmezden gelerek, eften-püften nedenler ile açıklamaya giriştiği için yanıltıcı.
Başta ABD gelişmiş Batı demokrasilerinin, kendi çıkarları adına Batı dışı ülkelerde otoriter rejimlere verdiği desteği görmezden geldiği için yanıltıcı.
Bu ülkelerde demokrasilerin neden gelişmediğini açıklarken, dış etkenler ve dahası bu ülkelerde iktidar ilişkilerini sorgulama dışı bıraktığı için yanıltıcı.
Olguyu olguyla açıkladığı için yanıltıcı. Bu nedenle, söz konusu olan, “geleceğe ışık tutmak”tan ziyade, allı-pullu kavram ve tabirler ile mevcut hali, haklı, doğru olarak meşrulaştırmaktan ibaret.
Mevcut küresel çatışma ortamını, “liberal demokrasilerin otoriter rejimler ile mücadelesi” diye izah etmek, işte tam da bu kuramsal zeminde şekilleniyor. Böylece, yeni bir Soğuk Savaş ilanı mümkün oluyor, gelişmiş ülkelerde dahi özgürlükler, bu kutlu mücadele bahanesi ile rafa kaldırılabiliyor. Asıl sorun bu. O nedenle, liberal tarih, toplum, siyaset anlatılarının sürekli ısıtılıp servis edilmesini sorgulamak gerekiyor.
Acemoğlu ve arkadaşlarının Nobel almasını (*) bu sorgulama ihtiyacı için vesile olarak gördüğüm için bu yazıyı yazdım. Daha önce de Acemoğlu-Robinson kitaplarını da Yoval Harari kitaplarını da bu nedenle yazı konusu etmiştim. Yoksa, bu yaklaşım, onlara özgü ve onlar ile sınırlı bir konu değil.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com