17. yüzyıl gezgini Evliya Çelebi, yaklaşık 400 yıl önce, 15 asırdır ayakta kalan dünya mimarlık tarihinin en önemli yapıları arasında yer alan Ayasofya'nın gizemlerini, efsanelerden, gördüklerinden, duyduklarından ve okuduklarından yola çıkarak Seyahatnamesi'nde kaleme aldı.
"Türk ve dünya tarihinin en büyük gezgini ve seyahat yazarı" olarak adını duyuran Evliya Çelebi, 25 Mart 1611'de İstanbul'da dünyaya geldi. Babasının Osmanlı sarayında nüfuzlu kişilerden olması dolayısıyla önemli hocalardan ders alma imkanı bulan ve hafız olan Evliya Çelebi, Sultan 4. Murat'ın emriyle alındığı sarayda 2 yıl kaldı, hat ve musiki dersleri aldı. Arapça, Farçsa, Rumca ve Latince bilen Evliya Çelebi, hiç evlenmedi.
Evliya Çelebi, kendi anlatımıyla 19 yaşında gördüğü bir rüyada dil sürçmesi sonucu "Şefaat ya Resulallah" yerine "Seyahat ya Resulallah" demesi ve bu konuda talimat alması üzerine gezmeye başladı. İlk olarak İstanbul'u gezip dolaşmaya, tanımaya ve yazmaya başlayan Çelebi, her imkanı değerlendirerek 51 yıl boyunca dünyanın birçok yerini gezdi. Evliya Çelebi, nerelere gittiğini, ne yaptığını, kimlerle görüştüğünü uzun uzun yazarak 10 ciltlik seyahatnamesini hazırladı. Çelebi, seyahatnamesinde şahit olduğu olaylar kadar kendisinden önceki rivayetlere ve efsanelere, başkalarından dinlediği anılara, okudu kitaplara da yer verdi.
"İstanbul'un yeryüzünde benzeri yoktur"
Evliya Çelebi, seyahatnamesinin ilk cildini, "Yeryüzünde benzeri yoktur" diye tanımladığı İstanbul'a ayırdı.
İstanbul'un isminin nereden geldiğini, tarihi yapılarını, surlarını, semtlerini, kapılarını, dikili taşlarını, karada ve denizde bulunan tılsımlarını, mesire yerlerini, bağlarını, bahçelerini, madenlerini, sularını anlatan Evliya Çelebi, eserinde İstanbul'un kuruluş efsanelerine de yer verdi.
Seyahatnamesinde, İstanbul'u Hz. Süleyman'ın kurduğunu anlatan Evliya Çelebi, Hz. Süleyman'ın, dünyanın dört bir köşesini gezerken tahtını Sarayburnu'nda durdurduğunu ve orada bir ibadethane yaptırdığını, "Dünya durdukça mamur ve şenlik ola" diye dua ettiğini aktarıyor.
Evliya Çelebi, Hz. Süleyman'dan sonra sırasıyla oğlu Ruhbaam, Madyan oğlu Yanko, İskender, Pozantin, Rum Kayseri, Yanko Vizondan, Vizondan oğlu Yafur ve Konstantin'in kenti yönettiği bilgisini veriyor.
Ayasofya adı nereden geliyor?
Evliya Çelebi, Ayasofya'nın nasıl inşa edildiğini, bazı efsanelerden, rivayetlerden, dinlediklerinden, okuduklarından ve gözlemlerinden yola çıkarak şöyle kaleme alır:
"Hazreti Adem'in gökten yere inişinden 5 bin 52 sene sonra kenti yönetmeye başlayan Madyan oğlu Yanko'nun torunlarından Kral Vizendon, İstanbul'u yedinci defa onardı, dünyayı kıymetlendiren hükümdar oldu. Vizendon'un Sofya'da doğan kızına, Aya-Sofya adı verildi. Aya-Sofya, babasının İstanbul'un dört bir tarafını yeniden yaptırdığını işitince 2 milyonluk hazine ile yanına geldi."
Evliya Çelebi, Hz. Süleyman'ın yaptığı ibadethane genişletilirken bir adamın gelip 'Bunun bütün lüzumlu şeylerini ve malzemesini benden alın ve şu biçimde bir mabed yapın.' diyerek Ayasofya'nın yapılması için gerekli temel bilgileri öğrettiğini dile getiriyor.
Seyahatnamede şu bilgiler yer alıyor:
"Ayasofya'nın inşası için yer, Ahırkapı seviyesine kadar kazılınca yer altından sular fışkırdı. Tam bir ay bu temel içinde ateşler yakıp kurşun akıttılar. Sanki mavi-lacivert bir kurşun denizi oldu. Bu kurşun denizi temelde senelerce durduktan sonra İğnados isimli yapıcı bir mühendisin nezaretinde 30 bin işçi, 7 bin amele ve 3 bin usta toplanarak gerekli görüşmelerden sonra kurşun temel üzerine direkler, kemerler ve kubbeler yaptı. Altı su sarnıcı olduğu için zelzeleden korkmamak ve muhafazalı olmak düşüncesiyle temelini önce böyle tamamladılar ve sarnıcı su ile doldurdular. Daha sonra Ayasofya'nın dört duvarının yapılmasına başladılar ki, bunun kuruluş ölçülerini seyreden hayran olur ve yapı şeklini ve yüksek binasını görenlerin başları döner ve sersemleşir."
Ayasofya'nın inşasında dünyanın "yedi ikliminde" bulunan çok kıymetli taşların kullanıldığına vurgu yapan Evliya Çelebi, bu konuda bildiklerini "Yedi iklimden türlü türlü, renk renk şaşılacak bukalemun nakşında iri mermerler, gemilerle taşındı ve Ferhat ayarında sanatkarlar, üstatlar eliyle keskin yerleri aşında, yani tıraşlanıp düzeltildi. O kadar büyük himmet gösterdiler ki, caminin yarısını 7 senede tamamladılar." şeklinde yazıya döküyor.
Taşların çoğunun Ayasloğ ve Aydıncık, renkli mermerlerin Karaman, Şam ve Kıbrıs Adası'ndan, binlerce parlak sütunun Atina yakınlarından ve ham mermerlerin de Marmara Adası'ndan taşındığını aktaran Evliye Çelebi, mimarlarının reisinin ise İğnados olduğunu yazıyor.
Evliya Çelebi seyahatnamesinin başka bir bölümünde ise Ayasofya'nın mimarı olarak Hz. Hızır'dan bahsediyor.
Mimarbaşının 7 yıl kaybolmasının hikayesi
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde, mimarbaşı İğnados'un, bu muazzam yapının 4 ana kemer ayakları tamamlanınca kaybolduğunu da şu şekilde hikayeleştiriyor:
"Bir gece mimarbaşı İğnados kayboldu. Meğer kılık değiştirerek Roma diyarına gitmiş ve orada da Papa'nın izniyle bir kiliseye başlayıp onu da yarısına kadar 7 senede tamamlayarak bir gece oradan da kaçıp İstanbul'a gelince mabedi yaptıran hükümdar tarafından azarlandı. İğnados 'Böyle muazzam bir binanın temeli çok sağlam olması lazımdır.
Kaçmasam binayı bitirmek üzere zorlanacağım şüphesizdi. O halde bina da sağlam olmazdı.' diyerek tekrar kubbenin inşasına başladı. Yüz kadar somaki direkler üzerine kubbeler ile iki kat da son direkler üzerine gök kubbe gibi, tersine dönmüş kaseye benzer ve mavi-lacivert renkli halis kurşunla örtülü muazzam bir kubbe yaptılar ki, çeşitli renklerde olan gökyüzü altında böyle şaşılacak durumda bir kubbe ne evvelce ne sonra yapılmamıştır. Bu çok yüksek kubbenin en sivri üst kısmına yüz İskender kantarı ağırlığında altından bir haç alem konulmuş olup, güneşin parlatmasıyla ta Alemdağı, Keşiş Dağı (Uludağ) ve Istranca Dağları'ndan fark edilirdi."
Yıkılan kubbenin onarımı
Seyahatnameye göre, Ayasofya, 40 sene içinde tamamlanınca iç ve dış hizmetleri için 12 bin hizmetçi tayin edildi, masraflarının karşılanması için Büyük İskender zamanında Mısır alınıp Ayasofya'ya vakfedildi.
"Hz. Muhammed'in doğumunu müjdeleyen gece deprem meydana geldiğini, Ayasofya'nın kubbelerinin yıkıldığını" dile getiren Evliya Çelebi, 300 kadar papazın Mekke'ye giderek Hz. Muhammed'in tükürüğünü, ceylan derisi üzerine çizilen elinin örneğini, toprak ve zemzem suyunu aldığını ve kubbeyi onardığını anlatıyor.
Evliya Çelebi seyahatnamesinde, "Peygamber'in tükürüğüyle kubbenin kıble tarafında 32 nakışlı kısım böylece zahmetsizce yeniden yapılmıştır. Kubbenin diğer taraflarından burası daha belli ve nurludur. İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, 'Bu kubbe Hz. Muhammed'in ağız suyuyla durdu.' diye büyük kubbenin ortasına bir zincir ile uğur sayarak bir altın top asmıştır." görüşünü dile getiriyor.
Ayasofya'nın cami olması
Sultan 2. Mehmet'in 1453'te İstanbul'u fethinden sonra Ayasofya'da ilk cuma namazını kıldığına da değinen Evliya Çelebi, seyahatnamesinde şunları kaydediyor:
"Gazi Mehmet Han, bu eski mabedi pisliklerden, putlardan temizletip öd ve amberler yakıp, cami içinde mihrap, minber, mahfil ve minare ile o cennet görünüşlü makamı ibretle temaşa edilecek cennet-ül firdevs gibi cami haline getirdi. Evvela cuma gününde bütün gaziler hazır olup salalar okunup, müezzinler 'innallahe ve melaiketehu' ayetini hazin bir sesle okumaya başlayınca Akşemseddin Hazretleri, Sultan Mehmet'in koluna girip büyük bir saygı ile minbere çıkarıp yüksek sesle 'Alemlerin Rabb'ine hamdolsun.' deyince büyük gazilere bir hal olup bir sevinç feryadı koptu.
O cuma Ayasofya'nın yer altında saklı olan ruhbanlar, İslamlık şerefiyle şereflenen çok yaşlı olan birinin adını da Baba Mehmet koydular. Baba Mehmet, 'Mihrabın sağındaki karanlık yer, Hz. Süleyman'a mensup olan eski mabettir.' deyince Sultan Mehmet, orada uğurlu sayarak iki rekat hacet namazı kıldı. Yer altında saklı hazineler tersane bahçesiyle Hazine-i Hümayun'a taşındı."
"Gökyüzüne baş uzatmış muazzam bina"
Ayasofya'nın yerini "İstanbul şehrinin doğu kısımları sonunda, Ahırkapı denizine bin adım ve kuzeyinde ve Sarayburnu'na bin adım uzak bir yüksek tepe üzerinde gökyüzüne baş uzatmış kagir bir muazzam bina" şeklinde tarif eden Evliya Çelebi, Ayasofya'nın kubbesine benzer bir kubbe yapılmadığını vurguluyor.
Evliya Çelebi seyahatnamesinde şunları anlatıyor:
"Ortada kubbenin dört bir tarafı çepeçevre billur, Necef taşları ve pencerelerle süslenmiştir. Bu kubbe camlarından başka dış ve içlerinde olan pencerelerin tamamı 1070'tir. Bu kubbelerin hepsinin içinde süsleme ve nakış üstadı kaplama, altınlı ve mineden resimlerle tuhaf ve acayip şekiller ve büyüleyici bir suretle melekler ve başka insanlar resimleri yapmıştır ki, dikkat gözüyle seyredenlerin hayretlerinden parmakları ağızlarında kalır. Bu şekillerden başka büyük kubbenin dört büyük ayağının üst kısımlarında dört köşede birer melaike resmi vardır."
Melek tasvirleri
Evliya Çelebi, İstanbul'un tılsımlarını sayarken de Ayasofya'daki bu tasvirlere şöyle değiniyor:
"14. tılsım Ayasofya’nın güneyinde 4 beyaz mermer üzerine Azrail, İsrafil, Mikail ve Cebrail tasvirleriydi. Bunlar 4 tarafa dönük olarak konulmuşlardı. Yılda bir kere Cebrail suretindeki kanat çırpıp bağırırsa doğu tarafında bolluk olur derlerdi. İsrafil suretindeki bağırırsa batı tarafta kıtlığa ve pahalılığa delalet ederdi. Mikail suretindeki bağırırsa kuzey taraftan bir büyük kahraman çıkar, Azrail suretindeki bağırırsa bütün alemde veba çıkar diye itikat ederlerdi. Peygamberimiz zamanında olan büyük zelzele bunları baş aşağı etmiş."
Ayasofya'nın tılsımları
Zemini beyaz mermer döşenen caminin 3 tarafında ikişer kat cemaatin ibadet edebileceği yer bulunduğunu anlatan Evliya Çelebi, seyahatnamesinin "Ayasofya'nın tılsımları" bölümünde de şunları paylaşır:
"Camide 361 kapı vardır. Fakat 100'ü çok büyük kapılardır. Hepsi de tılsımlıdır. Kaç kere daha saysak bir kapı daha meydana çıkar. Ona da işaret koyup tekrar saysanız işaretsiz bir kapı daha bulursunuz. Kıble tarafın orta kapısı hepsinden daha büyüktür. Bunun tahtalarının Hazreti Nuh'un Cudi Dağı’ndaki gemisinin enkazından olduğu söylenmektedir.
Bu orta kıble kapısı üzerinde sarı pirinç madeninden tabuta benzer uzun bir sandık içinde Kraliçe Sofya'nın cesedinin mumya olarak durduğu söylenir. Birçok şahısların bu sandığa el uzatmaya cesaret ettikleri zaman cami içinde büyük bir gürültü ve titreşme olmuş ki, teşebbüslerinden vazgeçmeye mecbur olmuşlardır. Bir büyük tılsım da budur.
Onun yukarısındaki küçük direklerin kemeri üzerinde mermer bir kitabe üzerinde Kudüs'ü Şerif'in kıble olduğu zamanki eski resmi konulmuştur. Bu da tılsımlı olup el sürmeye cesaret olunamaz.
Kıble kapılarının batı tarafının sonundaki kapının iç yüzündeki bucakta dört köşeli bir beyaz mermer direk konulmuştur. Alt kısmı bir insan boyu bakır kaplıdır. Yine böyle daima terler durur. Bir rivayete göre, onun temelinde tılsımlı define vardır. Başka bir söylenti de kalede kapatılmış kalan Ya Vedud Sultan'ın yürekler yakıcı ahının sıcaklığından bu zamana kadar terler durur. Bir söylenti de Hz. Peygamber'in ağız suyunun konulduğu harç bu direğin altında yapıldığı için onun nemli tesiri dolayısıyla terler durur. Görülecek acayip bir şeydir."
Kaynak: AA . dikGAZETE.com